18 Şubat 2015 Çarşamba

Suç Oranlarındaki Artış Ve Yaşanan Ahlaki Çöküntüye Uzmanlar Teşhis Koydu: "Antisosyal kişilik bozukluğu"

Üçüncü sayfalardan gazetelerin manşetlerine taşan suç hikâyeleri ve son bir yılda asayiş olaylarının yüzde 60 oranında artması, herkesin aklına aynı soruyu getiriyor: Değerlerimizi yitirip toplum olma vasfımızı mı kaybediyoruz? Biz de bu soruyu farklı alanlardan uzmanlara sorduk: Bizimki gibi toplumlar "psikopat" karakterler yetiştirmek için "tam bir besi yeri!" 

Aslı Ortakmaç-Ürün Dirier
Gün geçmiyor ki "artık bu kadar da olmaz" dedirtecek yeni bir suç hikâyesiyle karşılaşmayalım. Evden kaçan üvey kızının evlenmesini "namus" meselesi yapıp, kızını eşiyle birlikte katleden babanın genç kıza yıllarca tecavüz ettiğinin anlaşılmasından, milyonlarca dolarlık villa arazilerinin silah zoruyla gaspına kadar pek çok haber artık üçüncü sayfadan taşıp gazetelerin manşetlerine çıkıyor. Üstelik asayişi ciddi boyutta tehdit eden suç artışı sadece gazetelere yansıyanlarla da sınırlı değil. Konuyla ilgili olarak Emniyet Genel Müdürlüğü'nün son dokuz aya ait suç istatistikleri ortada. Cinsel içerikli laf atmak, konuşmak, başkasının bedenine dokunmak, çocuk pornografisi filmleri izlemek ve izlettirmek gibi cinsel suçlar, 2006'nın ilk dokuz ayında geçen yılın 12 ayına oranla yüzde 77.7 artış göstermiş. Geçen yıl bin 802 olan müstehcen hareket sayısı 2 bin 402'ye, 992 olan ırza geçme 1206'ya, 232 olan evlenme vaadiyle kızlık bozma ise 318'e fırlamış. Asayiş olaylarında geçen yıla oranla yüzde 60 artış var. Uluslararası Saydamlık Derneği verilerine göreyse vergi kaçırmaktan rüşvete kadar hemen her türlü yolsuzlukta dünyada ismimiz Nikaragua ve Kamboçya'yla birlikte liste başlarında yer alıyor. Herkes feveran halinde toplumun toplu bir cinnet getirdiğinden, ahlaki değerlerin yok olmasından yakınıyor. Ortadaki tabloya bakılırsa pek de haksız sayılmazlar. Peki ne oluyor da biz bugün ahlaki bir çöküşten, bizi "toplum" yapan değerlerin erozyona uğramasından söz ediyoruz? 

Suçu antisosyal işliyor, antisosyali toplum besliyor
Bu soruların cevaplarını ekonomiden sosyolojiye pek çok alanda aramak mümkün. Aradık da. Ama uzmanların tespitlerine geçmeden önce asıl tehlikeyle ilgili uyarılarını aktarmakta yarar var. "Bugün suç oranlarını bu kadar artıran bir grup var. Halk arasında psikopat olarak değerlendirilen, psikiyatride 'antisosyal' olarak tanımlanan bu kişilerin üremesi için içinde yaşadığımız toplum tam anlamıyla bir besi yeri" diyor psikiyatr Doç. Dr. Arzugül Pektaş. Hemen hatırlatalım; uzmanların "toplumda hızla çoğalıyorlar" diye uyardığı "antisosyal kişilik bozukluğu"nu, asosyallikle karıştırmamak gerek. Doç. Dr. Arzugül Pektaş'ın da belirttiği gibi bizim "psikopat" dediğimiz kişileri psikiyatri "antisosyal" olarak tanımlıyor. Yani sosyal kuralları, başkalarının haklarını hiçe sayan karakterler. Hafiften çok ağıra, çok farklı derecelerde aramızdalar. Hemen hepsi vicdan duygusu ve empati yeteneğinden yoksun, toplumsal ve ahlaki kurallara aldırmıyor, şiddet eğilimleri yüksek, çok kolay yalan söyleyip suç işleyebiliyor ve sadece anlık hazlar için yaşıyorlar. Son günlerde bizi toplu bir paranoyaya sürükleyen olayların faillerini düşündüğümüzde bahsedilen profil daha da netleşiyor. Kesinlikle akıl hastalığı ya da "kusur" sayılmayan bu rahatsızlığın altında yatan temel sebep, çoğunlukla yanlış eğitim ve toplumsal yaşamdaki düzensizlikten kaynaklanıyor. Bataklıkta çoğalan sinekler gibi denetimsiz ortamlar ve "suç-ceza dengesi" oturmamış toplumlar da suça yatkın karakterleri besliyor. Tekrarlamak gerekirse, antisosyal kişilik bozukluğu olanlar yaptıklarının ve verdikleri zararın kesinlikle bilincindeler ve cezai ehliyetleri tam. 
Bu karakterler iradeleri dışında suç işlemiyor. "Aksine, ceza ve denetim sisteminin oturduğu toplumlarda cezalandırılacaklarını bildikleri için suç işlemekten kaçınırlar" diyor Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Adli Psikiyatri Klinik Şefi Doç. Dr. Niyazi Uygur. Sosyolog Prof. Dr. Barlas Tolan, psikiyatrların "antisosyal yetiştirmek için ideal ortam" olarak tanımladığı toplum özelliklerinin ne yazık ki ülkemize birebir uyduğunu belirtiyor. Yani, suç işlemek için caydırıcı sebeplerin olmadığı ya da oluşturulamadığı, toplumsal menfaatlerin yerini bireysel çıkarların aldığı, bireylerin kendi suç-ceza sistemlerine göre davrandığı "sosyal denetim"den yoksun bir toplum olduğumuzu doğruluyor. Doç. Dr. Niyazi Uygur da antisosyal kişilik bozukluğunun öğrenme kurallarına tabi olarak geliştiğini belirtiyor ve ekliyor "Bugün içinde yaşadığımız gibi uygun bir ortam bulunduğu takdirde böyle eğilim kazananların sayısında bir artma olur."

"Bugünkü durum 80'lerin sonucudur" 

Galatasaray Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nden Prof. Dr. Barlas Tolan, ahlâki çöküşün nedenleriyle ilgili olarak yaptığı değerlendirmede özellikle 24 Ocak kararları ve bir yıl sonrasındaki 1980 darbesinin toplumda ciddi bir kırılmaya neden olduğuna işaret ediyor ve şunları söylüyor: 
"Hepimizde biraz şizofrenik kişilik var. Kendimizi toplumdan soyutlayamıyoruz ve duruma göre idare ediyoruz. Mafya devlet arsasını işgal edince kınıyoruz ama kendimiz kaçak kat yapınca 'Millet neler yapıyor' deyip durumu meşrulaştırıyoruz. Bu bir çift kişilik durumu. Ama değerlerin yozlaşmasının temelini daha gerilerde aramak gerekir. Özellikle 24 Ocak Kararları ve bir yıl sonra gelen 80 Darbesi, toplumda ciddi bir kırılmaya neden oldu. 80 öncesi, çocuklarına ahlâki değerler aşılayan aileler, idealleri uğruna yok olan gençleri görünce onlara "kendini kurtarma"nın yollarını anlatmaya başladı. Hemen ardından hiç hazır olmadığımız halde kapitalizmle tanıştık. Oysa bir milli sermayeniz yoksa, kapitalizm süreci çok yıkıcı olabilir. Devletin o dönem, bu sermaye biriksin de nasıl birikirse biriksin mantığı ve arkasından gelen küreselleşme olgusu sonucu işler iyice çığırından çıktı. Bugün yolsuzluklar neredeyse gelenekselleşti. Diğer yandan yetersiz eğitim, öğretim sistemi ve nüfus baskısı da toplumsal kaliteyi düşürdü. Bugün okuldan mektupla mezun olan öğretmenler görev yapıyor. Onlardan nasıl bir eğitim bekleyebilirsiniz ki? Son tahlilde ilkokul öğretmeninden üniversite profesörüne kadar niteliği çok düşük bir öğretim kadrosu var ortada."

"Gecikmiş adalet ve aflar dürüst insanları da suça yönlendiriyor" 

Toplumsal Saydamlık Hareketi Derneği Başkan Yardımcısı, avukat Mustafa N. Karslı yargı sistemindeki eksikliklerin toplumdaki adalet anlayışını kökünden sarstığını şu sözlerle anlatıyor: 
"Gecikmiş adalet, adalet değildir. Başta iş yoğunluğu olmak üzere pek çok nedenden ötürü adalette gecikme söz konusu. Aynı zamanda çok sık başvurulan, af getiren yasal değişiklikler de bireyleri kendi başlarına hak aramaya yönlendiriyor. Özellikle suç işlemiş mahkûmların cezalarının affı; imar yasasına aykırı davrandığı halde af ile kaçak yapılaşmanın yasal hale gelmesi, dürüst bireylerin kendini enayi gibi hissetmesine neden oluyor. Bu da insanlarda 'Ben ne yapabilirim' gibi bir arayışa neden oluyor. Tüm bunlar hem yolsuzluğun kanıksanması sonucunu doğuruyor, hem de kamu düzenini ciddi biçimde bozuyor. Cezanın aynı zamanda caydırıcı özelliği vardır. Ne yazık ki bu kaybediliyor, çünkü cezalar yeterli değil. Diğer yandan temelde yolsuzluk var ama birileri güçlerini kullanarak haklarında kovuşturma açılmasını engelliyor ya da bu soruşturmayı yürütecek olan yetkililer görevini yapmıyor. Dolayısıyla suçun işlendiği tarihten itibaren esasen yapılması gereken takibat zamanaşımı dolayısıyla düşüyor. Yargı da bilerek ya da bilmeyerek buna ortak oluyor. Hiçbir kurumu ya da kuruluşu toplumdan soyutlayamazsınız. Bundan yargı da nasibini aldı. Sevindirici olan şu, yargı kendi içinde yolsuzluk yapanları yok etmek için ve mücadele için bir çaba sarf ediyor." 

"Suçun içinde yaşıyoruz" 

Ekonomist Mustafa Sönmez'e göre toplumsal değerler ekonomik güçlüklerle beraber erozyona uğruyor.
"Toplum olarak suçun içinde yaşıyoruz ama bunu sadece bazen fark ediyoruz. Örneğin, vergi kaçırmak çok doğal hale geldi. Hemen herkes vergisini az göstermeye çalışıyor. Ödememek ayıp sayılmıyor. Sadece yakalananlar kınanıyor ama aslında herkes bunun yolunu arıyor. Eskiden borç almak aşağılanan bir durumken, şimdi insanlar buna 'kredi kullanmak' diyor. Hatta bankadan borç alınabildiğinde 'kredibilitem var' diye de övünülüyor. Borç içinde yaşamak bir hayat tarzı halini aldı. Bugün tüm tüketici kredilerinin üçte ikisi geçim amaçlı kullanılıyor, otomobil veya konut almak için değil. Toplumun ciddi bir geçim problemi var. Ama borçlanmak da geçici bir çözüm. Sonuçta o paranın geri ödenmesi gerekiyor ve suça dönsün dönmesin aile içi değerler erozyona uğruyor. Anne babanın çocuklarına güveni yok. Sermaye de bunu körüklüyor; kapalı, kendi halinde yaşayan küçük toplumlara girip oraları pazar haline dönüştürüyor. Muhteris bir toplum yaratıyor. Bazı toplumlar da buna yatkındır, örneğin bizim toplumumuz bu profildedir."



Yeni Aküel, Sayı 75, 4-20 Aralık 2006






15 Şubat 2015 Pazar

Son günlerdeki hissiyatımdır. Sadece paylaşmak istedim. Arz ederim.

Arkadaşım, bu ülkenin hatta dünya nüfusunun yarısını oluşturuyorsan, daha başka, daha etkili, daha sonuca yönelik birşeyler yapmak gerekir.

Geçen gün Beşiktaş Sarıyer otobüsünde, bir kadın kendisini rahatsız eden, daha açık ve amiyane tabirle fortçuluk yapmaya yeltenen bir adamı sert biçimde ikaz etti. Adam, az geri çekilip gözlerini yere dikti ama başka hiçbir şey yapmadı. Balık istifi gibi tıklım tıkış otobüste, kadınlı erkekli bir iki cılız ses dışında başka hiç bir tepki gelmedi. Ben de dahil, bir çok kişi şüpheli bakışlarla adamı süzmek dışında tepkisini göstermek için hiç birşey yapmadı. İki durak sonra adam, kendine bağıran kadından daha uzak bir köşede yoluna devam ederken, olay çoktan unutulmuştu bile. Kadın otobüsten indi, bir kaç durak sonra ben de indim. Ama tüm gün tepki göstermemenin ezikliğini atamadım üzerimden. Adamın aynı gün aynı otobüste, mesela dönüş yolunda okulların dağılma saatinde elleyip, yaslanacağı okullu kızların çaresizliğinde, mahcubiyetinde benim de suçum olduğunu düşündükçe geçmek bilmedi gün. Ne fayda! Başka bir gün, başka bir minibüste o fortçudan daha azgın, daha pervasız bir hayvan başka bir okullu kızın canını aldı işte.
Ne fayda! Pazartesi kadınlar siyahlara bürünecek, bu vahşeti kınayan erkekler de onları destekleyecek. Sonra olayın gerçekleştiği ilçedeki gençlik merkezine kurbanın adı verilecek. Ama inanın üç beş yıl sonra o merkeze giden gençler bile bu adın nereden geldiğini bilmeyecek bile. Tabii o zamana o ad kalırsa...
E başka n’apacağız ki! Hiç mi tepki vermeyelim, sosyal medyada lanetler yağdırmayalım. Yok, o değil demek istediğim. Sosyal medya sayesinde en azından eskisinden daha çabuk haberdar oluyoruz bu tür olaylardan. Çoğu, eskisi gibi yaşandığı mahallenin, ilçenin, ilin sınırları içinde tarihe gömülmüyor. İnsanlar en azından tepkilerini, acılarını dile getirip, paylaşıyor da az da olsa toplumsal bir farkındalık oluşuyor. Ama işte, az da olsa.... Sadece bu kadar. Sonra herşey devam ediyor eskisi gibi. İçim kanıyor, canım yanıyor yazdıktan, yazılanları onayladıktan, beğendikten sonra kahvemizi içmeye, alışverişe, işe, güce, yaşamaya devam ediyoruz. Doğrusu az da olsa vicdanımızı rahatlatmanın, hiç tepkisiz kalmamanın getirdiği ferahlıkla, yalan mı? Bu açıdan, şu sosyal medya paylaşımlarının biraz gaz alma aracına dönüştüğünü düşünüyorum.
Başka birşey yapılamaz mı sahi? Bldiğimden değil, inanın bir önerim olsa, durmam yaparım zaten. Ama ben de herşeyden azıcık bilen, olan biten karşısında bir fikri olsa da konu derinleştiğinde yetersiz kalan, tek başına yüksek sesle tepki vermekten utanan, zaman zaman tepki göstermek için sokaktaki kalabalığa karışsa da ondan fazlasını beceremeyen biriyim işte. Ortalama çoğunluk gibi. Her seferinde bu kez başka, düzeni gerçekten kökten değiştirecek, günlük hayata dokunacak bir öneri gelse de koşarak ardına düşsem diye geçiriyorum. Olmaz mı? Niye?
Bu ülkenin, hatta dünya nüfusunun yarısı değil mi kadınlar? Şimdi sosyal medya kadınların “dolmuşta, minibüste son yolcu olarak kalmaktan çekiniyorum, evde tek başınayken yemek siparişi veremiyorum” içerikli yazılarından geçilmiyor. Doğru, aynı şeyleri hissediyorum, benzer tecrübeler yaşıyorum her gün. Peki bunu dile getirmekten başka yapabileceğimiz birşey yok mu sahi?
Başta eğitim sistemi, bu bakışa çanak tutuyor diyor bir bilim insanı. “Daha ilkokul kitaplarında kadının anneliği yüceltiliyor, önceliği olarak çocuk bakımı ve ev işleri gösteriliyor” diye yazıyor. Doğru. Sonra çalışan anneler kronik vicdan azabıyla yaşıyor bu anlayışın bir sonucu olarak. Değişti mi bilmem, benim zamanımda okul yönetimleri kız öğencilerin etek boyuna, saçlarının şekli şemaline öyle takmıştı ki bu takıntı öğrencilerin matematik başarılarına yönelse, bugün PISA’da ilk üçe girmiştik çoktan. E, bu sistemi değiştirmek için şu koca ülkenin yarı nüfusu birşey yapamaz mı sahiden? Müfredat bu tür cinsiyetçi yaklaşımlardan temizlenmedikçe çocuklarımızı okula göndermiyoruz dese anneler, hatta babalar. İki gün çocuklar gitmeyiverse okula, politika yapıcılar, uzmanlar yeni bir öneri geliştirmez mi yine de?
Ya da kadının sesini, yürüyüşünü hatta gebeliğini “şuh ve tahrik edici” olduğunu rahatlıkla beyan edenler, dahil oldukları partilerden, kurumlardan dışlanmadıkça o partilerle, kurumlarla ilişiğimizi kessek, beyan sahipleri ne diyeceklerini bir kez daha düşünüp de ona göre ayar vermezler mi konuşmalarına... Hah, şimdi de AKP karşıtı diye yaftalanacağım di mi bu düşüncemden ötürü? Halbuki aynı tepkiyi muhalefete de gösterse şu nüfusun ve oy verenlerin yarısı. Vekil sayısını, toplumdaki dağılıma göre belirlemeyen, kadına yönelik etkili politikalar geliştiremeyen tüm partilere karşı göstersek tepkimizi? Ne var, mesela önümüzdeki seçimlere yönelik böyle bir manifesto hazırlasa bu konuda daha bilgili, daha yaratıcı olan birileri ve biz de arkasında dursak bu manifestonun. Ama ciddiye alınacak, politikaları değiştirecek kadar sağlam ve kararlı bir biçimde...
Gelelim minibüs, dolmuş korkumuza. İki gün binmeyiversek minibüse, dolmuşa, tacize uğrama riski olan toplu taşıma araçlarına. İşe, okula, alışverişe gitmesek ya da otomobil sahibi arkadaşlar el atsalar duruma. Ne mi olur? İnanın bilmiyorum. Ama kadınların kendilerini daha güvende hissedecekleri, kolayca taciz edilemeyecekleri bir uygulamanın gerekirse hemen icat ediverileceğinden eminim. Elbette “Pembe otobüs” gibi akla zarar, cinsiyetçiliği iyice körükleyen bir uygulama değil söz ettiğim. Ama bir yandan da pembe otobüs uygulaması başlasa, önce kadınların koşarak bu araçlara bineceğinden korkuyorum. “Bak pembe otobüse binmiyor; çünkü aranıyor, çünkü istiyor, çünkü arsız, dinsiz, ahlâksız” yaftasını yememek için...

Ülkenin, hatta dünya nüfusunun yarısı olma fikri elbette yeni bi tespit değil. Hatta bu konuda böyle de güzel bir kitap var.