28 Mayıs 2011 Cumartesi

Neden Yabancı Dil Öğrenemiyoruz? Part II


Amacım öğretmenlere yüklenmek değil. Elde uygun kaynak, yeterli hizmet içi eğitim olmayınca kalabalık sınıflarda haftada iki saatte onlar ne yapsın ki? En iyisi herkese birer Babil balığı. (Otostopçunun Galaksi Rehberi’nde vardı ya, kulağa atıyorsunuz, sonra galakside konuşulan tüm dilleri bir anda anlayıp, konuşmaya başlıyorsunuzJ Sonra bir de yaş sorunu var. Bugün neredeyse tüm AB ülkelerinde ikinci dil eğitimi, okul öncesinde ya da ilkokul birde başlıyor. Türkiye’de dördüncü sınıfta. “O bile iyi, bizim zamanımızda 6. sınıfta başlardı” diyorsanız, unutmayın, o zaman Anadolu liseleri de 6. sınıftan itibaren öğrenci alırdı ve tam bir yıl hazırlık okutulurdu. Hiç olmazsa alt ve orta sosyal sınıflardan gelen başarılı çocuklar, ikinci dili iyi öğrenme şansı yakalardı. Şimdi yabacı dil ağırlıklı liseler 9. sınıfta başlıyor ve çoğunun hazırlığı yok. Yani bugün çocuğunuzun çok iyi “yabancı” dil öğrenmesini istiyorsanız ya hem çok pahalı hem de yüksek puanlı özel okullara göndereceksiniz ya da okul öncesi sınav hazırlık kurslarına başlayacaksınız. Çünkü çok çok yüksek puanlı bir iki Anadolu lisesi için ancak böyle şansınızı arttırabilirsiniz.
Kim bilir, belki o zaman sadece ikinci dilini değil; matematiğini, fenini hatta Türkçesini, başka bir deyişle PISA standartlarına göre eğitimin sağladığı yaşama becerisini geliştirebilir. Zira OECD ülkeleri arasında üç yılda bir düzenlenen PISA testlerinin sonuncusuna göre (2009)  Türkiye’de 15 yaşındaki öğrencilerin dörtte biri okuduğunu anlayamıyor, yarısına yakını da basit matematiksel problemlerini dahi çözemiyor. Aslında en iyisi Eğitim Bakanlığı matematik, fen, sosyal bilgiler ve Türkçe için de yabancı öğretmenler ithal etsin.

Neden Yabancı Dil Öğrenemiyoruz? Part I



Sanki matematik öğrenebiliyoruz da!
Hem hükümetin hem de muhalefetin diline pelesenk olan yabancı dil öğrenememe problemini bugün Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de Uluslararası Yükseköğretim Kongresi’nin açılışında yaptığı konuşmada dile getirmiş. Ülke büyüklerimizin içine dert olan bu soruyu ben de yıllarca İngilizce öğretmenliği yapan arkadaşım Öner Solak’a sordum: Neden yabancı dil öğrenemiyoruz? Öner’e göre mesele ta terminolojiden başlıyor. “Daha en baştan ‘yabancı’ diye etiketlediğimiz bir şeyi içselleştirip, öğrenmemiz zaten zor.” Yurtdışında çocuklar ikinci dil (second language) eğitimi görürken, bizimkiler yabancı dil öğrenmeye çalışıyorlar.
Keşke sadece terminoloji “yabancı” olsa. Ama maalesef bu dilleri konuşanlar da dillerin konuşulduğu ülkeler ve o ülkelerin kültürleri de hâlâ bu topraklara çok yabancı. Öyle ki  Boğaziçi Üniversitesi’nden Belma Haznedar’ın “Türkiye’de Yabancı Dil Eğitimi: Reformlar, Yönelimler ve Öğretmenlerimiz” başlıklı araştırmasına göre İstanbul’da görev yapan yabancı dil öğretmenlerinin yaklaşık yüzde 80’i, öğrettiği dilin ana dil olarak konuşulduğu bir ülkede hiç bulunmamış bile. Bulunanlar da en fazla 3 ay kaldıklarını söylemiş. Oysa 2000’den bu yana Avrupa Birliği ülkelerinde uygulanmaya başlayan ‘Avrupa Dil Portfolyo’su çerçevesinde yabancı dil öğretmenlerinin, dilin konuşulduğu ülkelerde staj yapması, seminerlere katılması gerekiyor.  
Neyse ki Milli Eğitim Bakanlığı geçen günlerde açıkladığı bir uygulamayla, yurtdışını yabancı dil öğretmenlerinin ayağına getiriyor: Önümüzdeki dört yıl boyunca, her yıl on bin yabancı İngilizce öğretmeni Türkiye’de istihdam edilecek. Yıllardır kadro bekleyen işsiz ya da sözleşmeni öğretmenlerin bu uygulamayla ilgili düşünceleriyse başka bir yazı konusu. Korkum, gelecek yabancıları da kısa zamanda kendimize benzetmemiz. Düşünsenize, iki yıl sonra ülkelerine geri dönen öğretmenler, sınıfta ezber listeleri dağıtmaya başlıyor. Zira ülkemizdeki İngilizce öğretmenlerinin yüzde 70’inden fazlası, ezber ve tekrara dayalı dilsel-işitsel yöntemle konuları öğretiyor. Oysa 60’larda ortaya çıkan bu tekniğin, yaratıcı ve bilişsel bir süreç olan dil öğrenimi için çoktan modası geçti. Yine her dört öğretmenden üçü birkaç yüzyıl önce tanımlanan dilbilgisi-çeviri yöntemini kullanmaya devam ediyor. -Lisedeki yabancı dil öğretmenlerimizden biri Ramses olarak bilinirdi, belki de gerçekten onlardan biridir.- Diğer taraftan çocukların dil öğretiminde günümüzde en etkili kaynak sayılan öykülerden yararlanan öğretmenlerin oranı sadece yüzde 31. Tabii, kim uğraşacak çocuklara masal anlatmakla.

23 Mayıs 2011 Pazartesi

Yıllar değil, yanlış beslenme yaşlandırıyor.

 Time Orders Old Age To Destroy Beauty. Pompeo Batoni. National Gallery London


İhtiyarlatan beslenme yanlışları

Yaşlılıktan kaynaklandığını sandığınız kimi şikayetlerinizin sebebi aslında sağlıklı diye tercih ettiğiniz beslenme biçiminden kaynaklanabilir. En azından Yahoo Shine’da yayımlanan bir derleme öyle söylüyor. İşte sizi yaşlandıran doğru sandığınız yanlışlar.
·        Yanlış 1. Tüm hayvansal proteinleri öğünlerinizden attınız.
Oysa vücuda enerji sağlayan B12 vitamini sadece hayvansal (burada ısrarla hayvani demek istiyorumJ  ürünlerde bulunuyor. Bu besin ayrıca metabolizmayı dengeleyip, beynin ve sinir sisteminin de sağlığını koruyor. Zaten yorgunluk da klasik bir B12 eksikliği işareti.
·        Yanlış 2. Yeterince magnezyum ve bakır almıyorsunuz.
Sonra eklem ağrılarından yakınıyorsunuz. Her iki element de eklem ve kıkırdaklar için çok önemli. Magnezyum ve bakırı yeterince tüketince, eklem bozukluklarının azaldığı ve ağrıların hafiflediğini gösteren pek çok vaka bulmak mümkün.
·        Yanlış 3. Sağlıklı yağlardan kaçıyorsunuz.
Omega-3 yağları, beynin yapı taşları. Bunları yeterince tüketmezseniz, beyninizin temelinde üç beş çıta eksik kalabilir. Sonra  unutkanlıktan yakınır, yaşlılığa bağlarsınız.
·        Yanlış 4. Alışveriş sepetiniz paketlenmiş gıdalarla dolu.
İşlenmiş gıdaların en temel eksiklerinden birisi potasyum. Potasyumu yeterince alamayınca, vücutta yüksek tansiyon baş gösteriyor. Yoksa siz onu da mı yaşlılıktan sanıyordunuz? Taze sebze ve meyve tüketip, daha az işlenmiş gıdayla beslenin bakalım sorun düzeliyor mu?

DİYETİN SAHTE PEYGAMBERLERİ PART II

"Death and the Apothecary or The Quack Doctor" isimli R. Ackermann imzalı illustrasyon.

Maranki aslında ne bir hekim ne de bir beslenme uzmanı. Özgeçmişi hem kendi sitesinde hem de yazdığı kitaplarında yer alıyor. Bu bilgilere göre; İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi mezunu ve sosyal siyaset alanında yüksek lisans yapmış. Doktorasını ise 1990’da aynı bölümde “Sosyal Siyaset Çalışma Ekonomisi Endüstri İlişkileri” konusunda tamamlamış. Ardından, fizyoterapist olan eşiyle birlikte Azerbeycan’da bulunmuş. Maranki’nin özgeçmişinde belirtmediği kısımlar daha dikkat çekici. Bir dönem, yazılı ve görsel basın organlarını ziyaret ederek insanların istihbarat örgütleri tarafından uzaktan zihin kontrol metoduyla kullanıldığını iddia etti. Bir aralık petrol konusunda açıklamalar yaptı ve Türkiye’nin bir petrol ülkesi olduğunu, Karadeniz bölgesinde büyük rezervler bulunduğunu savundu. 2002’de Eyüp Belediyesi başkan aday adayı, sonra da 2004 seçimlerinde milletvekili aday adayı oldu. Ancak Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) kendisini aday göstermedi. Kızları Kübra ise anne babasının menajerliğini yapıyor. Maranki ailesi, bir süre önce yaşadıkları Sefaköy’den İstanbul’un lüks bir semtine taşındı.
İslami jargonu ve türbanıyla, dini motifli beslenme uzmanı olduğu ileri sürülen bir diğer isim de Aidin Salih. Bitki ve baharatlarla zayıflama yöntemleri uygulayan Salih de doktor olarak anıldığı halde -tahmin edileceği gibi- hekim değil. Salih, Özbekistan Devlet Başkanı İslam Kerimov’un muhalifi, ERK Partisi’nin sürgündeki genel başkanı Muhammed Salih’in eşi. “Gerçek Tıp” isimli bir kitabı bulunuyor. Kitap, piyasada satılmıyor çünkü bandrolü bile yok. 50 TL’ye elde edilen kitap, sanki yasakmış gibi el altından pazarlanıyor. Satın alanlara fiş ya da fatura verilmiyor.
Kitapta Salih’in özgeçmişi bulunmuyor. Beraber çalıştığı insanların verdiği bilgilere göre Salih, Ukrayna’nın Lugansk şehrindeki Tıp Koleji’ni (Türkiye’deki muadili sağlık lisesi) bitirmiş. Daha sonra Taşkent Devlet Üniversitesi’nin Biyoloji Fakültesi’nden mezun olmuş. Diploma tezi, Yabani Hayvanların Fizyolojisi.
Daha önce Norveç’te yaşarken Türkiye’ye sık sık gelip giden Salih son iki yıldır İstanbul’da ikamet ediyor. Yetkisi olmasa da kendisine danışanları muayene edip bir tür reçete yazıyor. Salih’in zayıflama yöntemleri açlığa dayalı. 1, 3 ve 10 günlük oruç tutmalarını salık veren Salih, kitabında zayıflama orucunun ne şekilde olacağını ayrıntılarıyla anlatıyor. “Bir şey yemeden 3 gün arka arkaya oruç tutmak, her hastalığın tek çaresi.”

KANSERİN SEBEBİ KİREÇ!!!
Tüm hastalıkların sebebinin beslenme olduğunu dile getiren Salih, Sağlık Bilgileri başlıklı bir yazısında kanser oluşumunu şöyle anlatıyor: “Çürümüş yemekler bağırsağa inince zehir kana karışır. Vücudu korumak için bademcikler şişer, bu yüzden bademcikleri aldırmak yanlışlık ve haksızlıktır. Karaciğer yağları, zehirleri kendinde toplar ve büyümeye başlar. Allah’ı zikirden vazgeçer. Zikirden ayrılan hücreler hasta olur. Sonra apandisit şişer ve yine yanlış bir uygulama sonucu apandisit alınır. Böylece vücutta kireçlenme ve zehirlenme alır başını gider. Kireç 15 kilogramı geçince tümörler, 20 kilogramı geçince de kanser başlar.” Yazıyı okuyan metabolizma ve endokrinoloji uzmanı Damcı’nın ağzından şu sözler dökülüyor: “Bunları yazanın ruh sağlığı bile yerinde olmayabilir.” Bilimsel verilerden uzak olsa da tıpkı Maranki gibi söyledikleri ilgi gören Salih yazısında, hastalıklarından kurtulmak ya da zayıflamak isteyenlere “yedi gün arayla yedi defa üç günlük oruç” öneriyor: “Tümör, ağır kemik hastalıkları, fıtık, kalp krizi ve beyin krizi geçirenlerin 10 gün aç kalmadan iyileşmesi zordur.”
İstanbul Memorial Hastanesi Diyet ve Beslenme uzmanı Yeşim Çelik, “yaz günleri yaklaşırken bu tür sözde uzmanların çoğaldığından” yakınıyor. Çelik’in tek umudu, insanların bu konuda daha bilinçli davranmaları. “İnsan hiçbir şey yemezse tabii ki totalde bir ağırlık azalması olur. Bu yağ kaybı değil, su ve kas kaybından kaynaklanır ve çok tehlikeli sonuçlara yol açar” diyor Çelik. “Baş dönmesi, halsizlik, yorgunluk, kansızlık, sinir ve sindirim sisteminde ciddi rahatsızlıklar görülebilir.” Damcı’ya göre; obezite, kanser gibi tedavisi zor ve meşakkatli rahatsızlıklarda, insanlar kısa yoldan çare arayışına giriyor. İşte bu noktada “böyle şarlatanlar, umut tacirliği yapıyor.” Damcı, son yıllarda mantar gibi çoğalan ve ağızlarından dua, hadis ve ayet düşmeyen yeni nesil şifacıları “moda akımın suistimalinden başka bir şey değil” sözleriyle yorumluyor.

İLAHİYATÇILAR DA TEPKİLİ
Tepkiler sadece tıp doktorlarıyla sınırlı değil. “Hak Din - İslam ve Hak Dinden Sapmalar” isimli kitabın yazarı ilahiyatçı Ahmet Tekin, zayıflamak amacıyla oruç tutulamayacağını belirtiyor. “Orucun dini bir vecibe olduğunu ve sadece Allah rızası için tutulabileceğini” söyleyen Tekin, “Hz. Muhammed insanları doktorlara yönlendirdi. İlk hastane de Peygamber’in döneminde açıldı” diyerek insanların bu tür kişilere değil, doktorlara başvurması gerektiğini vurguluyor.
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nden Prof. Dr. Hayri Kırbaşoğlu ise “bitki, sebze ve baharatlara kutsiyet atfedenlerin dini kendi çıkarları için sömürdükleri” görüşünde. Bu konuda büyük bir bilgi kirliliğinin olduğunu belirten Kırbaşoğlu, “Her otla ilgili inanılmaz sözler söyleniyor. Sanki bütün bitki, sebze ve baharatlarla ilgili bir hadis varmış gibi yapılarak menfaat elde ediliyor” diyor. “Çörekotu her derde deva”, “Allah’ın nuru, nar yiyenlerin kalbindedir” gibi sözlerle din sömürüsünün zirveye çıkartıldığını ifade eden Kırbaşoğlu, “Sağlık Bakanlığı ve etik kurulların sağlık sömürüsü yapılmaması, RTÜK’ün ise ‘şarlatan’ niteliği taşıyan kişilerin televizyonlara çıkmaması için gerekli önlemleri almalarını” istiyor.
Görüşlerini almak için aradığımız Salih, faaliyetleri hakkında olumlu haber ve söyleşi yapan yayın kuruluşları dışında hiçbir televizyon, gazete ve dergiye demeç vermiyor. Onun adına, uzun süredir birlikte çalıştığı Hatice Kot konuşuyor. Randevuları bir başkası ayarlarken, hastalara Aksaray’daki Sade Hayat Derneği adres olarak gösteriliyor. Buraya gelen müşteriler önce Hatice Kot ya da başka kadın görevliler tarafından karşılanıyor. Ardından gerek görülürse Salih danışanı dinliyor.
Sorununu anlatan kişiye genellikle sebze, meyve ve baharatlardan müteşekkil bir formül yazılıyor ve hasta derneğe sadece 50 metre uzaklıktaki bir aktara gönderiliyor. Burada önerilen baharat ve diğer malzemeler satılıyor. Aslında formüller de birbirinin aynı. Gerek “Gerçek Tıp” adlı kitabını yayınlayan yayınevinde, gerek aktar dükkânında gerekse dernekte aynı kişiler etkin. Kitabı yayınlayan, Hatice Kot’un eşi Yusuf Kot. Aktarı işleten Yusuf ve Hatice Kot’un oğlu. Sade Hayat Derneği Başkanı ise devlet lisesinde görevli bir İngilizce öğretmeni olan Faruk Günindi; Salih’i “asrın Lokman Hekimi” olarak niteliyor. Kot ve Günindi, Sade Hayat Derneği’nde ücret karşılığı, zayıflama konusunda bazen ders bazen de seminerler veriyorlar. Günindi, hem aktarda sattıkları ürünler hem de Gerçek Tıp adlı kitap için “fiş ya da fatura kesmediklerini” söylüyor. Buradan elde edilen paraların Salih tarafından “başka hizmetlerde kullanıldığını” savunurken, bunların ne tür hizmetler olduğu konusunda ayrıntı vermekten kaçınıyor.
Bu alanda çalışanların arasında hangilerinin büsbütün sağlık ve din sömürüsü yaptığını net olarak söylemek güç. Zira Türkiye’de bitki ve bitkisel ürünler konusunda iş yapan on binlerce insan var ama faaliyetlerine ilişkin kayıtlı bilgi bulmak imkânsız. Kimisi modern tıbbı tamamıyla reddederken, bazıları da çağdaş tıbbın; tahlil, teşhis ve tedavi uygulamalarının ciddiye alınması gerektiğini savunuyor. Bunlardan biri kimyager Prof. Dr. İbrahim Adnan Saraçoğlu.
“Bitkisel Kürler Rehberi” ve “Tıbbi Bitkiler Rehberi” isimli kitapları bulunan Saraçoğlu, bitkilerin ne tür hastalıklara şifa olduğunu çeşitli formüllerle anlatıyor. Hatta her bitki kürü uygulamasının anlatıldığı bölümün altında, “Hekiminizin verdiği ilaçlar varsa mutlaka kullanınız. Bu kitabın içindeki bilgilerin kesinlikle bir hastalığı teşhis amacı yoktur” uyarısı var. Ancak Saraçoğlu da diğerleri gibi bitkisel ürünleri pazarlıyor.
Saraçoğlu Danışmanlık tarafından satılan bitkisel ürünlerin içinde boy uzatanından tutun, adet düzensizliğine iyi geldiği veya sperm sayısını çoğalttığı iddia edilen pek çok ürün yüksek fiyattan satılıyor. Newsweek Turkiye’ye konuşan ve bugüne dek 200 kişinin boyunu uzattığını iddia eden Sara-çoğlu, kendisine başvuran hastalardan ne kadarının sağlığına kavuştuğuna ilişkin istatistikî bilgi vermeyi ise reddediyor.
Saraçoğlu Danışmanlık’ın dikkat çeken bir özelliği de profesörün çalışma ekibi. Kendisi bir tıp doktoru olmayan Saraçoğlu’nun çalışma ekibinde de tıp eğitimi alan yok.

Tıp camiasıysa gelişmeleri şaşkınlıkla izliyor. İstanbul Tabip Odası (İTO) Etik Kurulu eski üyesi Prof. Dr. Zeki Karagülle’ye göre “bu bir halk sağlığı sorunu ve bu tür sözde uzmanlarla mücadele etmek için hem Sağlık Bakanlığı hem medya hem de tabip odaları işbirliği yapmalı.” Yine İTO’dan Dr. Cevdet Albayrak, konuyu yönetim kuruluna ileteceğini ve Oda’nın savcılığa suç duyurunda bulunacağını belirtiyor.
Sağlık Bakanlığı İlaç ve Eczacılık Genel Müdürlüğü’nce hazırlanan yeni yönetmelik, bu bitkisel kaosa bir son verebilir. Genel Müdür Dr. Mahmut Tokaç, “Konuyla ilgili halktan fazla bir şikâyet gelmese de durum halk sağlığını tehdit edici boyuta ulaştı” diyor. Tokaç, yeni yönetmeliğin, ister Sağlık Bakanlığı ister Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’ndan ruhsatlı olsun tedavi edici özellikte olduğu iddia edilen her ürünle ilgili bilimsel dayanak sunma zorunluluğu getirdiğini anlatıyor: “Zaten, ilaçlarla ilgili her türlü reklâm ve tanıtım hâlihazırda yasak. Ama yeni uygulamayla, ilaç olmasa da bir ürünün ‘şu hastalığı tedavi ediyor’, ‘zayıflatıyor’ iddialarıyla açık ya da gizli reklâm veya tanıtımının da cezai yaptırımı olacak.
Yakın zamanda ürünlerini ve yöntemlerini tanıtma amacıyla bir dergi çıkarmayı planlayan Maranki, yeni önlemlerin ardından belki de kendine yeni bir girişim alanı arayacak. Ne de olsa ülkede sahte mucizelerin peşine düşen çok insan var.

Aslı Ortakmaç-Adem Demir Newsweek Türkiye Mart 2009

DİYETİN SAHTE PEYGAMBERLERİ PART I



"Ağız yaralarından dolayı 3.5 yıldır tedavi görüyordum. Sonuç alamadım. İstanbul’dan gelen birinden Ermiş Aktar’ın adresini aldık. Oğluma telefonla bildirdim. O da Aktar’ın verdiklerini alıp gönderdi. İki ay kadar kullandım. Hamdolsun iyileştim.” Kamile Sökü’ye ait olduğu iddia edilen bu el yazısı satırlar, Üsküdar’da bitkisel ürünler satan ve “Ermiş Aktar” diye tanınan Hüseyin Ermiş’in internet sitesinde yer alıyor. Oysa bu satırlardan kadının haberi dahi yok. Kamile Sökü’nün, mektupta iddia edildiği gibi tıbbın çare bulamadığı ağız yaralarından kurtulup kurtulmadığını öğrenmek için aradığımız oğlu Mehmet isyan ediyor: “Annem hiçbir zaman Ermiş’i görmedi. Okuma yazma dahi bilmiyor ki mektup yazsın. Bunlar dolandırıcı, sakın inanmayın.”
Mektubu, Ermiş’in bizatihi kendisi yazmış olabilir. Ancak Ermiş, bu konuda görüşünü almak için aradığımızda telefonu kapatıyor.

DÜNYANIN GÖZÜ BİTKİLERDE, AMA…
Tıp dışı yöntemlerle hastalıkları iyileştirdiğini, kilo verdirdiğini ya da gençlik iksirini bulduğunu iddia eden kimselerin kapısında şifa arayanlar çoğu kez can sıkıcı hikâyelerin kahramanı oluyor. Kimi pek çok doktor dolaştıktan sonra, kimiyse tıbbi çarelere hiç itibar etmeden, bitkisel özlü karaborsa reçeteler yazan -tıp eğitimi de almamış- bu kimselere başvuruyor. Ermiş’in web sitesi ve benzerlerinde ağız yaralarından kısırlığa kadar çeşitli hastalıklardan muzdarip olduğunu ve sihirli bitkisel formüller sayesinde iyileştiğini anlatan yüzlerce kişinin hikâyesi var.
Ama hikayelerin sahipleri arandığında hemen hiçbirinin bu mektuplardan haberdar olmadığı ortaya çıkıyor. Çeşitli otlar ve baharatlarla tedavi umudu dünyada her zaman ilgi gördü. Sadece İngiltere’de bu pazar 4,5 milyar doları buluyor. Tüketici profiliyse, dünyanın hemen her yerinde daha ziyade orta sınıftan orta yaştaki kadınlar. Türkiye’deyse son yıllarda bu profile İslami muhafazakâr insanlar da ekleniyor. Potansiyel müşterilerin dini hassasiyetini fark eden kurnaz girişimcilerin kullandığı dil de yeni trende göre değişiyor. Dolayısıyla TV kanallarında, magazin sayfalarında baş gösteren “modern zamanın Lokman Hekimleri” ya da “beslenme uzmanı” olarak tanıtılan şahısların ağzından Allah’ın lafızları, hadis ve dualar eksik olmuyor. Önerdikleri zayıflatıcı, iyileştirici reçeteler için hemen hepsi ya hadisleri ya da ayetleri referans gösteriyor ve ürünlerini “mucizevî” olarak tanıtıyorlar. Oysa İslam kaynaklarına göre mucizeyi sadece peygamberler gösterebiliyor.
DİN SOSU KATILMIŞ DİYET UZMANLARI
Bu dini soslu diyet, genç ve sağlıklı kalma ya da tedavi yöntemlerinin yarattığı ekonomik hareket devasa boyutlarda. Beslenme Destek Ürünleri Üretici ve İthalatçıları Derneği (BESDESDER) Genel Sekreteri Müge Çakır, “sektördeki kayıtlı firmalar aracılığıyla yapılan ticaretin 150 milyon dolar” olduğunu söylüyor. Oysa İslam’a uygun sağlıklı beslenme ve zayıflama ürünlerinin çoğu ya aktarlarda ya da internet üzerinden satılıyor ve ruhsatlandırılmadığından pazar payının ne kadar olduğunu hesaplamak mümkün değil. Çünkü, Besdesder’e kayıtlı üye sayısı sadece 20.
Kayıtsız çalışanlar ise binlerle ifade ediliyor. Dini motifli diyet ve sağlıklı beslenme akımının son starlarından –endüstri mühendisi- Prof. Dr. Ahmet Maranki, katıldığı TV programlarında o kadar çok talep görüyor ki, başta Kanal 7 birçok TV kanalına 2-3 kez katıldı. Maranki ekranda bazen tıp, bazen de ilahiyat profesörü gibi konuşuyor. Sık sık Latince kelimeler kullanarak işin uzmanı görüntüsü veriyor. Eşiyle birlikte dört kitap yazan Maranki’nin yayınevi Mozaik’ten bir pazarlama müdürü, fiyatı 30 TL olan “Şifalı Bitkiler” kitabının “8 ayda 310 bin sattığını ve en çok satanlar listesinde yer almaya devam ettiğini” savunuyor.
“İLAHİ HÜKÜMLER IŞIĞINDA SAĞLIKLI YAŞAM”!
Maranki’nin söz konusu kitabının 60. sayfasındaki şu satırlar fikir verebilir: “Ey hasta kardeşler! Çok faydalı, her hastalığa iyi gelen, hakiki bir ilaç isterseniz; imanınızı geliştiriniz. Yani tövbe edip, namaz kılıp, kulluk yapmak ile imanı ve imandan gelen çareleri kullanınız.”
Ahmet ve Elmas Maranki çiftinin bitkisel ürünleri “İlahi hükümler ışığında sağlıklı yaşam için manevi reçeteler” sloganıyla satılıyor. “Cosmic” markasıyla; yonca, soya, ısırganotu, narçiçeği gibi bitki ve meyvelerden üretilen tabletlerin fiyatları da bir hayli yüksek. Türkiye’de bu tür ürünler, “gıda takviyesi” başlığı altında ancak Tarım ve Köyişleri Bakanlığı onayıyla pazarlanabiliyor.
Oysa Maranki’nin “yüzde yüz doğal ve yerli” olduğunu iddia ettiği ürünlerinin ruhsatlı olup olmadığı tam bir muamma. Zira ürün pazarlama hattını arayıp ruhsatlarını sorunca göndereceklerini söyledikleri belgeler, bir türlü ulaştırılamıyor! Tarım ve Köyişleri Bakanlığı’na ürünlerin ruhsatlı olup olmadığını sorduğumuzda, oradan da bir yanıt ulaşmadı. Ancak Marankiler sadece “cosmic” tabletleri değil, uyguladıkları tedavi yöntemleriyle de çok konuşuluyor. Hastalarını beş yıldızlı lüks otellerde tedavi ediyorlar. Afyon’daki bir termal otelde yapılan uygulamada en çok başvurulan yöntem lavman (yanlış okumadınız, lavman). Bir hafta gibi kısa sürelerde fazla kilo verme amacıyla, katılımcılar sirke ve zeytinyağından hazırlanmış bir karışım olan lavmanı anüsten –ince bir hortum yardımıyla- uygulayarak bağırsaklarını boşaltıyor.
7 GÜN DİYETİN BEDELİ, 2 BİN 100 TL!
Yedi günlük programda kaç kilo verildiği hakkında net bilgi yok. Ama ödenen tutar, 7 günlük program için tek kişi 2100 TL, iki kişi 4000 TL ve üç kişi 5700 TL. Lüks oteldeki Mart ayı seanslarına 200 kişi katıldı. Nisan ve Mayıs başvurularına da yüksek ilgi var. Maranki, bu “mucizevi” yöntemi uygulamak için programa katılacak durumu olmayanları da düşünmüş. Kitaplarında ve internet sitesinde de “Kozmik Beden Temizliği için evde lavman” öneriyor.
Bu tür önerileri ciddiye alanların sayısına dair ipuçları, bilim insanlarının kanını donduracak nitelikte. Örneğin Maranki’nin popüler olduğu çevrelerden İstanbul Başakşehir’deki eczanelerde 3 TL’lik lavman setleri –içinde hortum da var- tükendiği için pek çok kişinin 10 TL’ye satılan İngiliz tuzuna rağbet ettiğini söylüyor eczacılar. Maranki’nin ilgi alanı sadece tedavilerle sınırlı değil.

Kitaplarında okuyucularına özel hayatlarını düzenleyecek bilgiler de öneriyor. Örneğin, Şifalı Bitkiler kitabının kimi sayfalarında erkek okurları için şu tür öneriler var: “…Genç ve güzel hanımlarla cima (cinsel ilişki) vücuda sıhhat verebileceği gibi acuze, hasta, küçük ve dullarla cima sağlıksız ve üzüntü verebilir.” Maranki’nin vücut temizliği kapsamında lavmanla birlikte önerdiği bir başka yöntem, karaciğeri temizlemek amacıyla tavsiye ettiği kırmızı pancar suyu. Maranki ve başka şifa satıcıları önerdikçe, kırmızı pancar son ayların en fazla talep gören sebze haline geldi.
PANCARIN FİYATI 1 TL’DEN 8 TL’YE ÇIKTI
Hatta daha önce kilosu 1 TL’den satılan pancarın fiyatı, Konya Yaş Sebze ve Meyve Üreticileri Derneği’nin açıklamasına göre kentte 8 TL’ye çıktı. Maranki’nin internet sitesinde 12 yaşında bir kız çocuğunun ya da hamilelerin lavmanla ilgili sorularını okuyabilirsiniz. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Metabolizma ve Endokrinoloji Bölümü’nden Prof. Dr. Taner Damcı “Lavman kimi hastalıklarda sadece doktor gözetiminde yapılması gereken bir uygulama” diyor. “Aksi halde uygulayanın bağırsakları parçalanabilir, kanama meydana gelebilir. Çok daha ciddi sorunlar yaratır, ayrıca sıvı ve tuz kaybına yol açar, tehlikelidir.”
Telefonla ulaştığımızda sorulara tepki gösteren Maranki çiftine göre, ehliyet sahibi uzmanların söylediklerinin hiçbir önemi yok. Elmas Maranki, “Asıl onların kimyasal ilaçları daha zararlı” diyor. “Bir hafta boyunca günde iki kez lavmanla arınmayı öneriyoruz; bunu biz de uyguladık, hiçbir zararını görmedik.” Ahmet Maranki ise “sorularımızı tuhaf bulduğunu ve bugüne kadar hiçbir gazetecinin kendilerini sorgulamadığını” savunarak çok yoğun olduğunu ve yanıt veremeyeceğini ekliyor.

22 Mayıs 2011 Pazar

Kanser aşısı mı? Medya pompası mı? Part II


Sözde onkolog,  sözde profesör
Waltson, iyileşme ümidiyle MCM’ye giderek, onbinlerce dolar  harcayıp, tedavi olamayan tek hasta değil üstelik. Sadece ABD ve Kanada’dan aynı ümitle Almanya’ya akın eden ve çaresizlikle dönen onlarca hasta daha Ode dergisine uyarı mektupları gönderiyor. Örneğin, rahim kanseri için iki yıl boyunca hiçbir tedaviden yanıt alamayan bir ABD’li hasta, Ekim 2006’da MCM’ye başvuruyor. Daha önce sağ böbreğinde kanamalar olduğunu söylemesine rağmen klinikte ona da bölgesel hipotermi tedavisi uygulanıyor ve bir hafta sonra kadın hipotermiye bağlı kanamalar nedeniyle Köln’deki hastanede ameliyat ediliyor. Ameliyatın ardından evine döndükten sonra kliniğe mektup yazarak, uyguladıkları yöntemlerle ilgili endişe ve şikayetlerini anlatıyor. Ne yazık ki hasta Ocak’ta hayatını kaybediyor.

MCM ve Gorter’le ilgili iddialar bunlarla da sınırlı değil. ABD’deki CSI’ın (Comitee for Skeptical Injuiry) Belçika’da işbirliği yaptığı kurum SKEPP de geçen günlerde Gorter’e karşı bir dava kazandı. Bilimsel dayanağı olmayan kanser tedavilerine savaş açan SKEPP uzmanlarından Prof. Dr. Willem Betz ve Luc Bonneux, kurumun internet sitesinde Gorter’in uyguladığı tedavilerin bilimdışı olduğunu ve hastalara zarar verdiğini anlatan bir makale yayımlıyorlar. Bunun üzerine Gorter tarafından bilim insanlarına karşı açılan dava, ilgili mahkemece reddediliyor ve Gorter, SKEPP’in ödediği dava masraflarını da karşılamak zorunda kalıyor. Kararın gerekçesinde, Gorter’in yöntemlerinin deneysel olduğu ve konuyla ilgili bilim insanlarının eleştirilerinin bilime dayalı ve objektif yorumlar içerdiği belirtiliyor. Konuyla ilgili görüşlerine başvurduğumuzda Prof. Dr. Betz, Gorter’in çalışmalarını Belçika, Hollanda ve Almanya’daki onkoloji profesörleriyle değerlendirdiklerini anlatıyor. İşte gerçek uzmanların Gorter hakkındaki görüşleri: Vaad ettiği tedavi yöntemleriyle ilgili bir kanıt olmadığı gibi, açıklamaları bilimsel açıdan da değersiz. Onkolog değil. Tüm Avrupalı onkologların kayıtlı bulunduğu ESMO’da da ismi yok. Herhangi bir Amerika ya da Avrupa üniversitesinde görev alan gerçek bir profesör değil. Aslen Hollandalı olan Gorter, Hollanda kayıtlarına göre hiçbir uzmanlığı bulunmayan bir pratisyen hekim.  

Zaten yakın zamanda Almanya’da profesör ünvanını kullanması da mahkemece yasaklanan Gorter’le ilgili araştırmalar sürerken bazı hasta örgütlerinin de durumdan rahatsız olduğunu öğreniyoruz. Beyin Tümörü Destek Grubu’nun yöneticilerinden Nihat Karaoğlu, organizasyonları aracılığıyla çaresizlik içindeki insanları her geçen gün yenisi çıkan sayısız umut tacirleri ve şarlatanlardan korumaya çalıştıklarından bahsediyor. “Bunun son örneği de Robert Gorter ve MCC. Bu konudan haberim bir anda bu ‘mucize’ tedaviden bahseden sayısız mesaj almam ile başladı” diye anlatıyor Karaoğlu, durumun ciddiyetini. Örgütlerindeki hastaları bilinçlendirseler de Karaoğlu’nun endişesi hiçbir sağlıklı bilgiye ulaşamadan, ümitle kliniğin kapısında kuyruk oluşturan diğer hastalar: “Robert Gorter, sanırım Türkiye’de hiç beklemediği bir ilgi gördü. Normalde 3 bin Euro’dan başlattığı sözde tedavileri Türkiye’de 60 bin Euro’ya pazarlıyor.”

Aslında MCM’nin çalışma alanı sadece Türkiye ve Almanya’yla sınırlı değil. Üstelik Hollanda’dan Mısır’a pek çok ülkede faaliyet gösteren klinikle ilgili şikayetler, dergilere gönderilen mektuplarla da bitmiyor. Hollanda Hekimler Birliği’nin yayını Medish Contact’ta yayımlanan habere bakılırsa gerçek bir onkolog ya da profesör olmayan bu hekim, şu sıralar Almanya savcılığı tarafından Mısırlı bir polis müdürünün ölümüyle ilgili yürütülen soruşturmanın şüphelilerinden. Söz konusu kayıtlara göre Mısır’daki MCM aracılığıyla Gorter’e başvuran ve siroz nedeniyle tedavi olmak isteyen hasta, MCM’ye 70 bin Euro ödemiş. Ne var ki dendritik hücre ve hipotermi tedavisi alan hasta kısa süre önce hayatını kaybetmiş. Prof. Beltz bu olay üzerine Gorter’in Kahire’deki ofisini alelacele tasfiye ettiğini söylüyor ve ekliyor: “Belki şimdi şansını İstanbul’da denemek istiyordur!”
Beltz ayrıca, Gorter’in yüklü bir serveti olduğundan bahsedip, hazırladığımız haber konusunda da bizi uyarıyor: “Güçlü avukatlar tutacak kadar zengin.” Oysa Türkiye’de mahkeme süreciyle uğraşma zahmetine girmesine bile gerek yok. Yeni bir yurtdışı seyahatini içeren basın davetini kabul edecek gazeteciler bulması hem daha kolay hem de daha etkili olur. İddialarını çok da araştırmaya gerek duymadan hemen yayımlayacak meslektaşlarımızın manşet haberleri yanında şu an okuduğunuz haber de nasıl olsa kaynar, gider. 

* Haber 20 Mayıs 2011 tarihli Cumhuriyet Bilim Teknoloji dergisinde de yayımlandı. 

Kanser aşısı mı? Medya pompası mı? Part II



Kanser aşısı mı? Medya pompası mı? Part I

William Hogarth. The Visit to the Quack Doctor. 1743. Oil on canvas. National Gallery, London, UK.


Umut tacirliğinin Almanya’dan Türkiye’ye uzanan basın gezisinin ardındaki çarpıcı gerçekler.*

Bilimsel gerçekler bir yana, kanser tedavileriyle ilgili gelişmelerin önemini aslında hastalardan önce halkla ilişkiler şirketleri belirler. İşte bir strateji örneği: Kanser tedavisinde çığır açan yeni bir aşının geliştirildiği müjdesiyle öncelikle ana akım medyadan bir televizyoncu ve gazeteci aranır. Haberin, ülkede ilk kez onlarla paylaşılacağı özel bir basın toplantısı için davet edilirler. Söz konusu kliniğin gezileceği ve önemli uzmanların da hazır bulunacağı bu yurtdışı seyahatinin yol ve konaklama dahil tüm masrafları da elbette klinik tarafından ödenecektir. Manşet garantili bu yurtdışı gezisi, tabii ki pek çok gazeteci için geri çevrilemez bir tekliftir. Birkaç söyleşi ve tedavi merkezinin görülmesinin ardından “Kanserde son çare aşısı”, “Kansere aşıyla tedavi” başlıkları altında gazetecilerin seyahat izlenimleri, haber bültenlerinde ve gazetelerin ilk sayfalarında yer bulur. Haber yayılmaya başlar başlamaz, bu illet hastalıkla mücadele eden ve en küçük umut ışığıyla dünyanın öte ucuna gitmeye hazır kanser hastaları ve yakınları, tedavi olma ümidiyle kliniğin telefonlarını kilitleyerek e-posta kutularını doldurmuştur bile. Görev başarıyla tamamlanmıştır.

Birkaç gün önce ülkenin en çok okunan gazetelerinden biri ve yine çok izlenenler arasında bulunan TV kanalının haber bülteni, aynı tarihte Almanya’daki bir kanser merkezinin çok başarılı bir aşı geliştirdiğini müjdeledi. Medical Center Cologne (MCM) isimli kliniğin kurucusu Prof. Dr. Robert Gorter’den alınan bilgilere göre aşıyla her tür kanserde tamamen iyileşme sağlanabiliyordu. Yine aynı haberlerde Gorter’in, onkoloji, immünoloji ve enfeksiyon hastalıkları uzmanı olduğundan ve vücudun kendi bağışıklık sisteminin kullanıldığı bu “yeni” tedavi yöntemine kendi adını verdiğinden söz ediliyordu. Konu öyle ilgi çekti ki bugün Google’da kanser ve aşı sözcüklerini aradığınızda, yüzlerce internet sitesinin farklı başlıklarla bu haberlerden alıntı yaptığı görülüyor. Zaten ertesi gün yayınlanan haberin devamı niteliğindeki programda da klinikte çalışan Türk doktor, Türkiye’den gelen onlarca maili göstererek muhabire teşekkürlerini sunuyordu. Belli ki pek çok hasta uygulamayı sadece televizyondan duyup, gazeteden okuyup, kiliniğe hücum etmişti. Zira tedaviyle ilgili biraz daha derinlemesine bir araştırmanın sonuçları, söz konusu haberlerde anlatılanlardan çok daha farklı: Yöntem yeni bir gelişme olmadığı gibi Gorter’in kendi çalışmalarına da dayanmıyor. Zaten Gorter onkolog bile değil, hatta sözde bilimsellikle mücadele ederek, bilimsel araştırmaların desteklenmesi için çalışmalar yapan SKEPP isimli organizasyonun başkanı  Prof. Dr. Willem Betz’e göre Gorter’in “profesör” ünvanı da yok.

Ne tedavi “yeni” ne de istatistikler bilimsel bir araştırmaya dayanıyor.

Çaresizlik içinde tedavi için bir umut ışığı arayanların kafasını daha fazla karıştırmadan, son günlerde birçok kanser hastasının gündemine bomba gibi inen bu mucize aşıyla ilgili gerçekleri tek tek inceleyelim. Konuya ilişkin yabancı kaynakları tararken, Hollanda menşeili Ode isimli derginin Ekim 2006 sayısında “Kansere Karşı Aşı” başlığıyla Robert Gorter’in mucize tedavisiyle ilgili bir haber dikkatimizi çekti. Zira, 2006’da bir dergiye konu olan gelişme, 2011’de Türkiye’de “Flaş, flaş kanserde son teknoloji” başlıklarıyla veriliyor. Üstelik bahsi geçen vücut sıcaklığının yükseltilmesi (hipertermi) ve dendritik hücre tedavilerinin geçmişi çok daha öncelere dayanıyor. Kök hücre çalışmalarının başlamasıyla geliştirilen tümör aşıları arasında, bağışıklık sistemini tetiklediği düşünülen dendritik hücrelerle yapılan aşılar da bulunuyor. Türkiye de dahil dünyanın pek çok yerinde bulunan laboratuarlarda yapılan bu araştırmalar, kanser hücrelerinin yüzeylerindeki yapıların bağışıklık sistemine tanıtılması ve bağışıklık siteminin uyarılması esasına dayanıyor. Hastadan alınan kandaki kök hücreler, laboratuarda “dendritik hücre” denilen özelleşmiş hücrelere dönüştürülüyor. Bu hücreler kanser hücrelerinin yüzey yapılarına karşı duyarlı hale getirilip tekrar hastaya veriliyor. Her ne kadar ilgili manşet haberlerde “dendritic” şeklinde yazılsa da konu “dentritik hücre aşıları” başlığıyla çoktan Türk tıp literatürüne kazandırıldı bile.

Kök hücre çalışmaları Türkiye’de engelleniyorken ve hatta bu konuda süren 12 dava bulunurken, böyle bir teknolojinin “yeni” diye sunulması ve Ode dergisindeki içeriğin, geçen günlerde Türkiye’de çıkan haberlerle aynı olması bir yana, derginin yazı işlerine gönderilen bir e-posta çok daha ilginç. Kanser hastalarının eğitimi ve bilinçlendirilmesi için faaliyet gösteren bir organizasyon olan EmbodiWorks’un yöneticisi Jeannine Waltson imzalı metinde, yayınlanan haberin yanlış ve eksik bilgilerle dolu olduğu ve hastalara boş yere ümit verildiği iddia ediliyor. Kendisi de eski bir kanser hastası olan ve ABD’de konuyla ilgili pek çok muteber organizasyonda çalışmalar yürüten gazeteci Waltson’la bağlantı kurduğumuzda Gorter’le ilgili Türk medyasında bugüne kadar hiç yayınlanmayan çarpıcı bilgiler ortaya çıkıyor. Waltson, MCM’ye kadar uzanan süreci şu sözlerle anlatıyor: “Doktorum beynimdeki tümör için önerebileceği bir konvansiyonel tedavi yöntemi olmadığını söyleyince, tamamlayıcı ve deneysel tıbbi yöntemlerde çare aramaya başladım. Araştırmalar, dendritik hücre tedavisinin hastalığım için uygun olacağını gösteriyordu. Çeşitli kliniklerle görüştükten sonra Almanya’daki MCM’de tedavi olmaya karar verdim ve 2006’da ABD’den ayrılıp, 6 ay boyunca Almanya’da yaşadım.” Waltson’ın anlattıklara göre kliniğin başkanı Gorter, ileri derecede beyin tümörlü hastalarda uyguladığı dendritik hücre tedavisi yönteminin  yüzde 60 oranında başarılı olduğunu ve hastaların yüzde 15’inin tamamen sağlığına kavuştığunu belirtiyor. (Türkiye’deki haberlerde de benzer oranlar veriliyor. Hatta TV haberine göre beyin tümörlerinde bu oran yüzde 50’ye ulaşmış!) Ne var ki 6 aylık tedavi sonrasında Waltson’ın beyin taramalarında herhangi bir iyileşme gözlenmiyor. Bu arada Gorter ve kilinikle ilgili araştırmalar yapan Waltson, söz konusu tedavinin kimi hastalarda başarılı olsa da çoğunlukla hiçbir işe yaramadığını öğreniyor. “Ayrıca Gorter, uygulamanın başarısıyla ilgili istatistiklerin Almanya’daki Göttingen Üniversitesi, Institute of Tumor Therapy (ITT) ve Avusturya’daki Viyana Üniversitesi işbirliğiyle yapılan bir analiz sonucunda elde edildiğini söylemişti. Ancak bu kurumlarla konuştuğumda, hiçbirinin Gorter’le çalışma yapmadığını öğrendim” diyor Waltson. Yine Waltson’ın verdiği bilgilere göre Ode dergisinde tedavisinin başarıyla sonuçlandığından bahsedilen ABD’li Joe Passini, tam da haberin yayımlandığı günlerde maalesef hastalık nedeniyle hayatını kaybetmiş.

Acil iniş izni

Ne zamandır kafamda döndürüp duruyordum. Şöyle afili bir girizgah için uygun anı bekliyordum. Yoksa bilen zaten biliyor, blogun ismi ne zamandır hazırdı: Sahipsiz topraklar.
Ne var ki geçen hafta yazdığım bir haberi öyle paylaşasım var ki herkesle, özellikle de tedavi umuduyla dünyanın her köşesine gitmeye hazır kanser hastaları ve yakınlarıyla. Bu yüzden o kadar istismar ediliyor, o kadar hâyâl kırıklığı yaşıyorlar ki! Belki biri okur, biri öğrenir de şu haberin de bir faydası dokunur.
Yoksa fotoğraftaki gargoyle kartpostalının hikayesiyle başlamak daha bi fiyakalı olurdu belki. Neyse o da bi dahaki sefere. Sahipsiz topraklarda yazacak çok boş alan var nasıl olsa.