18 Şubat 2015 Çarşamba

Suç Oranlarındaki Artış Ve Yaşanan Ahlaki Çöküntüye Uzmanlar Teşhis Koydu: "Antisosyal kişilik bozukluğu"

Üçüncü sayfalardan gazetelerin manşetlerine taşan suç hikâyeleri ve son bir yılda asayiş olaylarının yüzde 60 oranında artması, herkesin aklına aynı soruyu getiriyor: Değerlerimizi yitirip toplum olma vasfımızı mı kaybediyoruz? Biz de bu soruyu farklı alanlardan uzmanlara sorduk: Bizimki gibi toplumlar "psikopat" karakterler yetiştirmek için "tam bir besi yeri!" 

Aslı Ortakmaç-Ürün Dirier
Gün geçmiyor ki "artık bu kadar da olmaz" dedirtecek yeni bir suç hikâyesiyle karşılaşmayalım. Evden kaçan üvey kızının evlenmesini "namus" meselesi yapıp, kızını eşiyle birlikte katleden babanın genç kıza yıllarca tecavüz ettiğinin anlaşılmasından, milyonlarca dolarlık villa arazilerinin silah zoruyla gaspına kadar pek çok haber artık üçüncü sayfadan taşıp gazetelerin manşetlerine çıkıyor. Üstelik asayişi ciddi boyutta tehdit eden suç artışı sadece gazetelere yansıyanlarla da sınırlı değil. Konuyla ilgili olarak Emniyet Genel Müdürlüğü'nün son dokuz aya ait suç istatistikleri ortada. Cinsel içerikli laf atmak, konuşmak, başkasının bedenine dokunmak, çocuk pornografisi filmleri izlemek ve izlettirmek gibi cinsel suçlar, 2006'nın ilk dokuz ayında geçen yılın 12 ayına oranla yüzde 77.7 artış göstermiş. Geçen yıl bin 802 olan müstehcen hareket sayısı 2 bin 402'ye, 992 olan ırza geçme 1206'ya, 232 olan evlenme vaadiyle kızlık bozma ise 318'e fırlamış. Asayiş olaylarında geçen yıla oranla yüzde 60 artış var. Uluslararası Saydamlık Derneği verilerine göreyse vergi kaçırmaktan rüşvete kadar hemen her türlü yolsuzlukta dünyada ismimiz Nikaragua ve Kamboçya'yla birlikte liste başlarında yer alıyor. Herkes feveran halinde toplumun toplu bir cinnet getirdiğinden, ahlaki değerlerin yok olmasından yakınıyor. Ortadaki tabloya bakılırsa pek de haksız sayılmazlar. Peki ne oluyor da biz bugün ahlaki bir çöküşten, bizi "toplum" yapan değerlerin erozyona uğramasından söz ediyoruz? 

Suçu antisosyal işliyor, antisosyali toplum besliyor
Bu soruların cevaplarını ekonomiden sosyolojiye pek çok alanda aramak mümkün. Aradık da. Ama uzmanların tespitlerine geçmeden önce asıl tehlikeyle ilgili uyarılarını aktarmakta yarar var. "Bugün suç oranlarını bu kadar artıran bir grup var. Halk arasında psikopat olarak değerlendirilen, psikiyatride 'antisosyal' olarak tanımlanan bu kişilerin üremesi için içinde yaşadığımız toplum tam anlamıyla bir besi yeri" diyor psikiyatr Doç. Dr. Arzugül Pektaş. Hemen hatırlatalım; uzmanların "toplumda hızla çoğalıyorlar" diye uyardığı "antisosyal kişilik bozukluğu"nu, asosyallikle karıştırmamak gerek. Doç. Dr. Arzugül Pektaş'ın da belirttiği gibi bizim "psikopat" dediğimiz kişileri psikiyatri "antisosyal" olarak tanımlıyor. Yani sosyal kuralları, başkalarının haklarını hiçe sayan karakterler. Hafiften çok ağıra, çok farklı derecelerde aramızdalar. Hemen hepsi vicdan duygusu ve empati yeteneğinden yoksun, toplumsal ve ahlaki kurallara aldırmıyor, şiddet eğilimleri yüksek, çok kolay yalan söyleyip suç işleyebiliyor ve sadece anlık hazlar için yaşıyorlar. Son günlerde bizi toplu bir paranoyaya sürükleyen olayların faillerini düşündüğümüzde bahsedilen profil daha da netleşiyor. Kesinlikle akıl hastalığı ya da "kusur" sayılmayan bu rahatsızlığın altında yatan temel sebep, çoğunlukla yanlış eğitim ve toplumsal yaşamdaki düzensizlikten kaynaklanıyor. Bataklıkta çoğalan sinekler gibi denetimsiz ortamlar ve "suç-ceza dengesi" oturmamış toplumlar da suça yatkın karakterleri besliyor. Tekrarlamak gerekirse, antisosyal kişilik bozukluğu olanlar yaptıklarının ve verdikleri zararın kesinlikle bilincindeler ve cezai ehliyetleri tam. 
Bu karakterler iradeleri dışında suç işlemiyor. "Aksine, ceza ve denetim sisteminin oturduğu toplumlarda cezalandırılacaklarını bildikleri için suç işlemekten kaçınırlar" diyor Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi Adli Psikiyatri Klinik Şefi Doç. Dr. Niyazi Uygur. Sosyolog Prof. Dr. Barlas Tolan, psikiyatrların "antisosyal yetiştirmek için ideal ortam" olarak tanımladığı toplum özelliklerinin ne yazık ki ülkemize birebir uyduğunu belirtiyor. Yani, suç işlemek için caydırıcı sebeplerin olmadığı ya da oluşturulamadığı, toplumsal menfaatlerin yerini bireysel çıkarların aldığı, bireylerin kendi suç-ceza sistemlerine göre davrandığı "sosyal denetim"den yoksun bir toplum olduğumuzu doğruluyor. Doç. Dr. Niyazi Uygur da antisosyal kişilik bozukluğunun öğrenme kurallarına tabi olarak geliştiğini belirtiyor ve ekliyor "Bugün içinde yaşadığımız gibi uygun bir ortam bulunduğu takdirde böyle eğilim kazananların sayısında bir artma olur."

"Bugünkü durum 80'lerin sonucudur" 

Galatasaray Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nden Prof. Dr. Barlas Tolan, ahlâki çöküşün nedenleriyle ilgili olarak yaptığı değerlendirmede özellikle 24 Ocak kararları ve bir yıl sonrasındaki 1980 darbesinin toplumda ciddi bir kırılmaya neden olduğuna işaret ediyor ve şunları söylüyor: 
"Hepimizde biraz şizofrenik kişilik var. Kendimizi toplumdan soyutlayamıyoruz ve duruma göre idare ediyoruz. Mafya devlet arsasını işgal edince kınıyoruz ama kendimiz kaçak kat yapınca 'Millet neler yapıyor' deyip durumu meşrulaştırıyoruz. Bu bir çift kişilik durumu. Ama değerlerin yozlaşmasının temelini daha gerilerde aramak gerekir. Özellikle 24 Ocak Kararları ve bir yıl sonra gelen 80 Darbesi, toplumda ciddi bir kırılmaya neden oldu. 80 öncesi, çocuklarına ahlâki değerler aşılayan aileler, idealleri uğruna yok olan gençleri görünce onlara "kendini kurtarma"nın yollarını anlatmaya başladı. Hemen ardından hiç hazır olmadığımız halde kapitalizmle tanıştık. Oysa bir milli sermayeniz yoksa, kapitalizm süreci çok yıkıcı olabilir. Devletin o dönem, bu sermaye biriksin de nasıl birikirse biriksin mantığı ve arkasından gelen küreselleşme olgusu sonucu işler iyice çığırından çıktı. Bugün yolsuzluklar neredeyse gelenekselleşti. Diğer yandan yetersiz eğitim, öğretim sistemi ve nüfus baskısı da toplumsal kaliteyi düşürdü. Bugün okuldan mektupla mezun olan öğretmenler görev yapıyor. Onlardan nasıl bir eğitim bekleyebilirsiniz ki? Son tahlilde ilkokul öğretmeninden üniversite profesörüne kadar niteliği çok düşük bir öğretim kadrosu var ortada."

"Gecikmiş adalet ve aflar dürüst insanları da suça yönlendiriyor" 

Toplumsal Saydamlık Hareketi Derneği Başkan Yardımcısı, avukat Mustafa N. Karslı yargı sistemindeki eksikliklerin toplumdaki adalet anlayışını kökünden sarstığını şu sözlerle anlatıyor: 
"Gecikmiş adalet, adalet değildir. Başta iş yoğunluğu olmak üzere pek çok nedenden ötürü adalette gecikme söz konusu. Aynı zamanda çok sık başvurulan, af getiren yasal değişiklikler de bireyleri kendi başlarına hak aramaya yönlendiriyor. Özellikle suç işlemiş mahkûmların cezalarının affı; imar yasasına aykırı davrandığı halde af ile kaçak yapılaşmanın yasal hale gelmesi, dürüst bireylerin kendini enayi gibi hissetmesine neden oluyor. Bu da insanlarda 'Ben ne yapabilirim' gibi bir arayışa neden oluyor. Tüm bunlar hem yolsuzluğun kanıksanması sonucunu doğuruyor, hem de kamu düzenini ciddi biçimde bozuyor. Cezanın aynı zamanda caydırıcı özelliği vardır. Ne yazık ki bu kaybediliyor, çünkü cezalar yeterli değil. Diğer yandan temelde yolsuzluk var ama birileri güçlerini kullanarak haklarında kovuşturma açılmasını engelliyor ya da bu soruşturmayı yürütecek olan yetkililer görevini yapmıyor. Dolayısıyla suçun işlendiği tarihten itibaren esasen yapılması gereken takibat zamanaşımı dolayısıyla düşüyor. Yargı da bilerek ya da bilmeyerek buna ortak oluyor. Hiçbir kurumu ya da kuruluşu toplumdan soyutlayamazsınız. Bundan yargı da nasibini aldı. Sevindirici olan şu, yargı kendi içinde yolsuzluk yapanları yok etmek için ve mücadele için bir çaba sarf ediyor." 

"Suçun içinde yaşıyoruz" 

Ekonomist Mustafa Sönmez'e göre toplumsal değerler ekonomik güçlüklerle beraber erozyona uğruyor.
"Toplum olarak suçun içinde yaşıyoruz ama bunu sadece bazen fark ediyoruz. Örneğin, vergi kaçırmak çok doğal hale geldi. Hemen herkes vergisini az göstermeye çalışıyor. Ödememek ayıp sayılmıyor. Sadece yakalananlar kınanıyor ama aslında herkes bunun yolunu arıyor. Eskiden borç almak aşağılanan bir durumken, şimdi insanlar buna 'kredi kullanmak' diyor. Hatta bankadan borç alınabildiğinde 'kredibilitem var' diye de övünülüyor. Borç içinde yaşamak bir hayat tarzı halini aldı. Bugün tüm tüketici kredilerinin üçte ikisi geçim amaçlı kullanılıyor, otomobil veya konut almak için değil. Toplumun ciddi bir geçim problemi var. Ama borçlanmak da geçici bir çözüm. Sonuçta o paranın geri ödenmesi gerekiyor ve suça dönsün dönmesin aile içi değerler erozyona uğruyor. Anne babanın çocuklarına güveni yok. Sermaye de bunu körüklüyor; kapalı, kendi halinde yaşayan küçük toplumlara girip oraları pazar haline dönüştürüyor. Muhteris bir toplum yaratıyor. Bazı toplumlar da buna yatkındır, örneğin bizim toplumumuz bu profildedir."



Yeni Aküel, Sayı 75, 4-20 Aralık 2006






15 Şubat 2015 Pazar

Son günlerdeki hissiyatımdır. Sadece paylaşmak istedim. Arz ederim.

Arkadaşım, bu ülkenin hatta dünya nüfusunun yarısını oluşturuyorsan, daha başka, daha etkili, daha sonuca yönelik birşeyler yapmak gerekir.

Geçen gün Beşiktaş Sarıyer otobüsünde, bir kadın kendisini rahatsız eden, daha açık ve amiyane tabirle fortçuluk yapmaya yeltenen bir adamı sert biçimde ikaz etti. Adam, az geri çekilip gözlerini yere dikti ama başka hiçbir şey yapmadı. Balık istifi gibi tıklım tıkış otobüste, kadınlı erkekli bir iki cılız ses dışında başka hiç bir tepki gelmedi. Ben de dahil, bir çok kişi şüpheli bakışlarla adamı süzmek dışında tepkisini göstermek için hiç birşey yapmadı. İki durak sonra adam, kendine bağıran kadından daha uzak bir köşede yoluna devam ederken, olay çoktan unutulmuştu bile. Kadın otobüsten indi, bir kaç durak sonra ben de indim. Ama tüm gün tepki göstermemenin ezikliğini atamadım üzerimden. Adamın aynı gün aynı otobüste, mesela dönüş yolunda okulların dağılma saatinde elleyip, yaslanacağı okullu kızların çaresizliğinde, mahcubiyetinde benim de suçum olduğunu düşündükçe geçmek bilmedi gün. Ne fayda! Başka bir gün, başka bir minibüste o fortçudan daha azgın, daha pervasız bir hayvan başka bir okullu kızın canını aldı işte.
Ne fayda! Pazartesi kadınlar siyahlara bürünecek, bu vahşeti kınayan erkekler de onları destekleyecek. Sonra olayın gerçekleştiği ilçedeki gençlik merkezine kurbanın adı verilecek. Ama inanın üç beş yıl sonra o merkeze giden gençler bile bu adın nereden geldiğini bilmeyecek bile. Tabii o zamana o ad kalırsa...
E başka n’apacağız ki! Hiç mi tepki vermeyelim, sosyal medyada lanetler yağdırmayalım. Yok, o değil demek istediğim. Sosyal medya sayesinde en azından eskisinden daha çabuk haberdar oluyoruz bu tür olaylardan. Çoğu, eskisi gibi yaşandığı mahallenin, ilçenin, ilin sınırları içinde tarihe gömülmüyor. İnsanlar en azından tepkilerini, acılarını dile getirip, paylaşıyor da az da olsa toplumsal bir farkındalık oluşuyor. Ama işte, az da olsa.... Sadece bu kadar. Sonra herşey devam ediyor eskisi gibi. İçim kanıyor, canım yanıyor yazdıktan, yazılanları onayladıktan, beğendikten sonra kahvemizi içmeye, alışverişe, işe, güce, yaşamaya devam ediyoruz. Doğrusu az da olsa vicdanımızı rahatlatmanın, hiç tepkisiz kalmamanın getirdiği ferahlıkla, yalan mı? Bu açıdan, şu sosyal medya paylaşımlarının biraz gaz alma aracına dönüştüğünü düşünüyorum.
Başka birşey yapılamaz mı sahi? Bldiğimden değil, inanın bir önerim olsa, durmam yaparım zaten. Ama ben de herşeyden azıcık bilen, olan biten karşısında bir fikri olsa da konu derinleştiğinde yetersiz kalan, tek başına yüksek sesle tepki vermekten utanan, zaman zaman tepki göstermek için sokaktaki kalabalığa karışsa da ondan fazlasını beceremeyen biriyim işte. Ortalama çoğunluk gibi. Her seferinde bu kez başka, düzeni gerçekten kökten değiştirecek, günlük hayata dokunacak bir öneri gelse de koşarak ardına düşsem diye geçiriyorum. Olmaz mı? Niye?
Bu ülkenin, hatta dünya nüfusunun yarısı değil mi kadınlar? Şimdi sosyal medya kadınların “dolmuşta, minibüste son yolcu olarak kalmaktan çekiniyorum, evde tek başınayken yemek siparişi veremiyorum” içerikli yazılarından geçilmiyor. Doğru, aynı şeyleri hissediyorum, benzer tecrübeler yaşıyorum her gün. Peki bunu dile getirmekten başka yapabileceğimiz birşey yok mu sahi?
Başta eğitim sistemi, bu bakışa çanak tutuyor diyor bir bilim insanı. “Daha ilkokul kitaplarında kadının anneliği yüceltiliyor, önceliği olarak çocuk bakımı ve ev işleri gösteriliyor” diye yazıyor. Doğru. Sonra çalışan anneler kronik vicdan azabıyla yaşıyor bu anlayışın bir sonucu olarak. Değişti mi bilmem, benim zamanımda okul yönetimleri kız öğencilerin etek boyuna, saçlarının şekli şemaline öyle takmıştı ki bu takıntı öğrencilerin matematik başarılarına yönelse, bugün PISA’da ilk üçe girmiştik çoktan. E, bu sistemi değiştirmek için şu koca ülkenin yarı nüfusu birşey yapamaz mı sahiden? Müfredat bu tür cinsiyetçi yaklaşımlardan temizlenmedikçe çocuklarımızı okula göndermiyoruz dese anneler, hatta babalar. İki gün çocuklar gitmeyiverse okula, politika yapıcılar, uzmanlar yeni bir öneri geliştirmez mi yine de?
Ya da kadının sesini, yürüyüşünü hatta gebeliğini “şuh ve tahrik edici” olduğunu rahatlıkla beyan edenler, dahil oldukları partilerden, kurumlardan dışlanmadıkça o partilerle, kurumlarla ilişiğimizi kessek, beyan sahipleri ne diyeceklerini bir kez daha düşünüp de ona göre ayar vermezler mi konuşmalarına... Hah, şimdi de AKP karşıtı diye yaftalanacağım di mi bu düşüncemden ötürü? Halbuki aynı tepkiyi muhalefete de gösterse şu nüfusun ve oy verenlerin yarısı. Vekil sayısını, toplumdaki dağılıma göre belirlemeyen, kadına yönelik etkili politikalar geliştiremeyen tüm partilere karşı göstersek tepkimizi? Ne var, mesela önümüzdeki seçimlere yönelik böyle bir manifesto hazırlasa bu konuda daha bilgili, daha yaratıcı olan birileri ve biz de arkasında dursak bu manifestonun. Ama ciddiye alınacak, politikaları değiştirecek kadar sağlam ve kararlı bir biçimde...
Gelelim minibüs, dolmuş korkumuza. İki gün binmeyiversek minibüse, dolmuşa, tacize uğrama riski olan toplu taşıma araçlarına. İşe, okula, alışverişe gitmesek ya da otomobil sahibi arkadaşlar el atsalar duruma. Ne mi olur? İnanın bilmiyorum. Ama kadınların kendilerini daha güvende hissedecekleri, kolayca taciz edilemeyecekleri bir uygulamanın gerekirse hemen icat ediverileceğinden eminim. Elbette “Pembe otobüs” gibi akla zarar, cinsiyetçiliği iyice körükleyen bir uygulama değil söz ettiğim. Ama bir yandan da pembe otobüs uygulaması başlasa, önce kadınların koşarak bu araçlara bineceğinden korkuyorum. “Bak pembe otobüse binmiyor; çünkü aranıyor, çünkü istiyor, çünkü arsız, dinsiz, ahlâksız” yaftasını yememek için...

Ülkenin, hatta dünya nüfusunun yarısı olma fikri elbette yeni bi tespit değil. Hatta bu konuda böyle de güzel bir kitap var. 

17 Ağustos 2014 Pazar

Sonum ne olacak, yaşayacak mıyım bilmiyorum ki!

Daha bir ay bile olmadı! İyileşince en çok ne yapmak istediğini sormuştum. "Bilmiyorum ki. Şimdi tek istediğim sağlığıma kavuşmak. Sonum ne olacak, yaşayacak mıyım, bilmiyorum ki!" demişti. Olmadı. 
İşinden olmaktan korktuğu için hiç bir önlem almadan tıkanan kanalizasyonu temizlemek zorunda kaldı. Kaptığı mikrop hayatına mal oldu. Hayat bu, sonunda ölüm var.  Ama daha 28 yaşındayken insan ölümü beklemiyor, hele pisi pisine yaşamından olmayı kimse hak etmiyor. 
İşinden olmaktan korktuğu için hayatından oldu Zafer. 
Hiç birşey yapamadım senin için, hakkını helal etmesen, hakkındır!


ZAFER AÇIKGÖZOĞLU
Yaşı:28
Hastalığı: Karaciğer yetmezliği
“Geçen sene 14 Haziran gecesi yoğun bakım servisinin camlarını silerken, alt katları temizlemek için beni çağırdılar. Yağış nedeniyle kanalizasyon taşınca, laboratuvarı su basmış… Önce odaya girdim, çek baslarla suları çektik. Amirim, lağımın içine girip, kanalı açmamı istedi. Ben de girip, tıkalı kapağı kaldırmaya çalıştım. Bir anda fışkıran basınçlı suyla yere yuvarlandım. Bütün lağım pisliği üzerimden geçti. Bir iki gün sonra o gece kanalizasyonda çalışan kim varsa hastalanmaya başladı. İshal, bulantı karın ağrısıyla acil servise başvurduk birkaç kez. İki hafta kadar sonra durumum daha da kötüleşti. Ayaklarımdan gelen bir sızıyla bulantı ve kusma başladı, bilincimi kaybetmişim.

Çok kilo kaybeden Zafer Açıkgözoğlu, ikinci karaciğer naklini bekliyor. [EREN AYTUĞ]
Gözümü açtığımda yoğun bakımdayım. Karaciğer yetmezliği sebebiyle kadavradan karaciğer nakledildi. Ama ameliyattan kısa bir süre sonra vücudum nakledilen karaciğeri reddetti. Karnımda şişkinlik başladı, şekerim fırladı bu yüzden. Şimdi ikinci nakli bekliyorum. İnşallah bu kez iyi olacak. Bu hastalık sebebiyle çok kilo kaybettim, 43 kiloyum şimdi. 28 yaşındayım, daha önce hiç hastalanmadım bile!
Yoğun bakıma alındığım gece doktor kardeşime hastalığımın kanalizasyondan kaptığım bir mikroptan kaynaklandığını söylemiş. Yapılan tahlillere göre Hepatit A üzerine bir de kanalizasyondan kapmış olabileceğim mikrop nedeniyle hastalandığımı söylüyor doktorlar. İşe başladığım günlerde tıbbi atıkları taşırken, elime iğne batmıştı, biraz kanadı. Hepatit A mikrobu da oradan bulaşabilirmiş.
Ama kanıtlamak mümkün değil, hiç önemsememiştim ki! Gelen uzmanlar, çalışmaya başlarken eğitim alıp almadığımı sordu, almadık! Bu olaydan sonra hastane personeline eğitim vermeye başladılar.
Hastalığım o lağımdan bulaştı, bunu ben biliyorum. Ama şimdi tek isteğim iyileşmek. İkinci nakil başarılı geçsin, başka bir şey istemiyorum. Yaşarsam, malulen emekli olacakmışım. Şimdi bunları düşünemiyorum bile, sonum ne olacak, yaşayacak mıyım bilmiyorum ki! Taşeron İşçileri Çalışma ve Dayanışma Derneği vasıtasıyla yürütülen dava süreci devam ediyor, hastane yetkilileri bizden daha yüksekler, daha üstünler; belki onlar kazanırlar. Ne karar çıkarsa saygı duyacağız, elden ne gelir ki!”

7 Ağustos 2014 Perşembe

“Hiç yeşil ağacımız yoktur bizim, hepsi gridir.”

MUHAMMET KÜÇÜK / Taşeron inşaat işçisi

"Bir buçuk yıl önce taşeron firma üzerinden Tuzla Belediyesi’ne taş işçisi olarak girdim. İşe başlar başlamaz, kafama bir baret, elime de çekiç ve balyoz verdiler, başladım kalıp söküp, taş taşımaya. Kaldırım parkelerinden, dere yatağı barikatlarına, altyapı borularına kadar betondan yapılan herşey bizim orada üretilir. Biz de 12 saat boyunca beton malzemeleri, kalıplardan söker, taşırız.Tek kaldırmada yükümüz aşağı yukarı 35 kilogramı bulur, ortalama 1000-1200 kalıp döksek, günde taşıdığımız yük 35 tonu geçer. Taşeron olduğumuz için de bütün yük bizim üstümüzdedir. Zaten bu yüzden bir buçuk yılda pestilim çıktı. 
İşe başlamadan rapor istemişlerdi, hiç bir rahtasızlığım çıkmamıştı. Şimdi meslek hastalıkları hastanesi raporuna göre sadece omurgamda 3 fıtık var, biri çok büyükmüş, felç riski taşıyor dediler. Bir de boynumda çıktı. Sağ bacağımda da kemik büyümesi başladı. Hepsi de ağır yük taşımaya bağlı rahatsızlıklar. Şimdi hastane meslek hastalığı raporu verdi ama asıl sonuç Ankara’daki kuruldan gelecek. Bu arada firma beni işten çıkarmanın yollarını arıyor, “sen artık işimize yaramazsın” diyorlar. Hastane de bölüm değişikliği gerekiyor diye yazı gönderdi firmaya. Ama bizim orada başka çalışacak bir bölüm yok ki. Ya taş taşırsın ya taş kırarsın. 

Ben de o işte çalışmam artık zaten. Daha 26 yaşındayım. Bu halde başka hangi işte çalışabilirim, onu da bilmiyorum ya! Akciğerlerimde de sorun varmış, şimdi hastanede araştırıyorlar. Bu da işe bağlı olabilirmiş. İşyerinde beton, kalıplara dökülüp, aşağı yukarı 120 derece buharla 4 saat pişer. Açıldığı zaman nar gibi 
olur, biz o sırada kalıpları sökmeye başarız. Buharla birlikte beton da soluyoruz elbet. Bir de bizim oralarda beton santralleri çok, hiç yeşil ağacımız yoktur bizim, hepsi gridir. Yağmur yağdı mı balçık akar bizim oralarda. Onların da tozu yapışıyor herhalde ciğerlere."

Kaynak
Fotoğraf: Eren Aytuğ

2 Ağustos 2014 Cumartesi

Akademik atıf çeteleri: Türkiye'deki bilimsel dergiler, duvar gazetesi olmasın

Pervin Kaplan, Habertürk'e konuya değinince, bazı akademisyenlerin kariyer basamaklarını çabucak tırmanmasını sağlayan "atıf çeteleri" yine gündeme geldi. Bunu söylemekten hoşlanmıyorum ama yine söyleyeceğim: "Biz bunu yazmıştık!" İşte Kasım 2010 tarihli Newsweek Türkiye'de yayımlanan Fatih Gürsul makalesi... Eeee Gürsul'un dediği gibi "Türkiye'de yayın yapan uluslararası dergileri, belirli akademisyenlerin sadece kendi makalelerini yazdığı duvar gazetesi olmaktan çıkarıp artık gerçek bilimsel yayınlara dönüştürmenin zamanı geldi" de geçti bile!




Yrd. Doç. Dr. Fatih Gürsul 

Newsweek Türkiye - 14 Kasım 2010

ODTÜ Enformatik Enstitüsü' nce 2010'da hazırlanan, tıp fakülteleri hariç "Türkiye'nin en iyi üniversiteleri" sıralaması hayli ilginç; çünkü çarpıcı bir tablo ortaya çıkıyor. Listede Çankaya Üniversitesi 11., Atılım Üniversitesi 13., Niğde Üniversitesi 15., Bartın Üniversitesi 22., Batman Üniversitesi 24. sırada yer alıyor. Buna karşın, özellikle hukuk alanında ülkemizin en iyileri arasında gösterilen Galatasaray Üniversitesi'nin 25. olması araştırma ile ilgili insanı işkillendirmeye başlıyor. Esas alınan parametrelerde 2000-2008 arası toplam yayın ve bu yayınlara yapılan atıf sayısı var. Sayalım da, acaba bu kriterler nitelik açısından nerede duruyor?
Sıralamanın başındaki üniversitelerde akademik kariyer için "Science Citation Index (SCI)", "Social Sciences Citation Index (SSCI)" gibi dizinlerce taranan dergilerde belirli sayıda makale yayınlamak zorunlu. Söz konusu listeler, dünyanın önde gelen bilim dergilerinin dâhil edildiği uluslararası veri tabanlarına sahip. Ama akademik çıtayı yükseltmesi düşünülen bu karar kimi durumlarda çabuk yükselmek için hızlı ve niteliksiz yayınların doğmasına da sebep olabiliyor. Ya da yeterli yayınınız olmadığı takdirde daha düşük kadrolarda çalışmak zorunda kalıyorsunuz. Örneğin bazı üniversitelerde doçent unvanı olduğu halde kimi öğretim üyeleri araştırma görevlisi kadrosunda çalışıyor. Zira bu kişilere "Üniversitelerarası Kurul" tarafından doçentlik verilmesi, çalıştıkları üniversitede doçent olarak görev yapmalarına yetmiyor. Peki, üniversite yönetimlerinin bu politikasının üniversiteye, ülkemize ya da bilime katkısı ne? Dr. Umut Al'ın Avrupa Birliği ülkeleri ve Türkiye'nin yayın ve atıf performanslarını incelediği, 2009 tarihli çalışmasına bakılırsa sonuçlar çok acı verici.

"Essential Science Indicators (ESI)" verilerine göre Türkiye 116.296 yayın ile en fazla sayıda yayın yapan ülkeler arasında. Ama yayınlara yapılan atıf sayısı dikkate alındığında AB üyesi 30 ülke arasında sadece Romanya'yı geride bırakabilmiş. Dr. Al'ın başka bir araştırmasındaki örnek ise daha da çarpıcı. Türkiye'nin en fazla yayın yaptığı alan klinik tıp. Bu alanda yayın yapan 106 ülkeyi kapsayan listede Türkiye 25.366 yayın ile yayın sayısına göre yapılan sıralamada 14. Ama yayınlara yapılan atıf sayısına göre 102. sırada.Yani Türkiye'deki yayınlar, bilimsel alana katkı sağlamaktan çok makalenin yazarına katkı sağlıyor.
Ülkede fazla olmasa da SCI, SSCI veya A&HCI (Arts and Humanities Citation Index) tarafından taranan bazı dergiler mevcut. ODTÜ'nün araştırmasında ilk sıraları paylaşan iki üniversitenin eğitim alanında yayın yapan dergilerinden biri SSCI, diğeri EBSCO'nun dizininde yer alıyor. Son 10 yıldır bu dergilerde yayınlanan makalelerin yazarlarını incelediğinizde, yazarlar arasında çıkar ilişkisi olup olmadığını, kimlerin isimlerinin sık sık tekrarlandığını, kimlere hatır atfı yapıldığını görebiliyorsunuz. Dr.Al'ın 2008 tarihli "Türkiye'nin Bilimsel Yayın Politikası" isimli doktora çalışmasına göre SSCI ve SCI dizinlerinde, Türk yazarların makalelerinin en çok yine Türk dergilerinde yayınlandığını fark etmek düşündürücü. Demek ki ülkede uluslararası yayınlara makale kabul ettirebilen bilim insanı sayısı çok fazla değil. Örneğin, Dr. Al, SCI atıf dizinlerinde en çok yayın yapılan dergiler sıralamasında ilk 20'de yer alan Journal of Dental Research adlı dergide sadece dört makalenin Türk yazarlara ait olduğunu saptıyor. Anlaşılan, uluslararası yayın yaptığı düşünülen birçok akademisyen aslında kendi dergilerinde, kendi ülkelerinde, kendi dünyalarında yayınlarını yayınlıyor. İşte akademik çeteleşmeye zemin tam da burada başlıyor. Bazı gruplar söz konusu akademik gücü kullanarak istedikleri akademisyene vize verip doçent ve profesör yapabiliyor ya da istemedikleri için bekletme kozunu kullanıyorlar.
Ayrıca biliyoruz ki akademik çeteler arasında büyük kavgalar da söz konusu. Yani makale yayınlatmak için bu dergilere müracaat ettiğinizde dergi yönetimi akademik çevrenizle iyi ilişkilere sahip değilse ya da çıkar çatışması varsa yayınlanmasını yıllarca bekleyebilirsiniz. Makaleyi gönderdikten 2 yıl sonra "çalışmanız dergi standartlarımıza uygun olmadığından kabul edilmemiştir" şeklinde bir yazı alabilirsiniz. Amaç dâhil olduğunuz akademik grubu yıpratmak ve engellemek olabilir.
Akademik yükselme kriterlerinden birinin de atıf olmasının kaliteyi yükselteceği açık. Fakat nicelikten çok akademik niteliğe ağırlık verilmeli. Başka bir deyişle, Türkiye'de yayın yapan uluslararası dergileri, belirli akademisyenlerin sadece kendi makalelerini yazdığı duvar gazetesi olmaktan çıkarıp artık gerçek bilimsel yayınlara dönüştürmenin zamanı geldi.
(Yrd. Doç. Dr. Gürsul, İstanbul Üniversitesi öğretim üyesi.)

18 Mart 2013 Pazartesi

“Diyabet gelişmeden, önlenebilecek.”

Biraz geç oldu ama yeni aklıma geldi. Bu yıl Vehbi Koç Ödülü dünya çapında bir bilim insanına, Harvard Üniversitesi, Genetik ve Kompleks Hastalıklar Bölüm Başkanı Profesör Dr. Gökhan Hotamışlıgil'e verildi. Bu, elbette bilim insanının ilk ödülü değil; örneğin Harvard’daki ekibiyle “şişmanlık ve diyabet mekanizmalarıyla” ilgili çalışmaları tıp dünyasında büyük ses getiren Hotamışlıgil, 2007 yılında da Amerikan Diyabet Birliği’nin Olağanüstü Bilimsel Başarı ödülünü almıştı. 
Daha önce çeşitil vesilelerle sunumlarını ve konuşmalarını izlediğim bilim insanının çok ses getiren Vehbi Koç Ödül gecesi konuşmasını ne yazık ki canlı olarak izleyemedim ama daha sonra internetten elbette seyrettim. Öncelikle tam bir TED konuşması sayılabilecek sözkonusu konuşmayı izlemenizi öneririm. Ayrıca değerli bilim insanımızla NW Türkiye için yaptığım söyleşiye de bir göz atmanız faydalı olabilir. Aktif gazetecilik yaparken sık sık söyleşi yaptığımız Prof. Dr. Hotamışlıgil'in sözleri hem diyabet tedavisinin hem de gelecek on yılda tıp alanındaki gelişmelerin önsüzü gibi...


Risk grubundakiler, ilaç yerine destek gıda ürünleriyle hastalıklardan korunacak.



Geçen yüzyılda bilim insanları veba, sıtma gibi bulaşı enfeksiyon hastalıklarına çare ararken, bugünün salgını diyabet, kalp rahatsızlıkları gibi metabolik hastalıklar. Bu alanda yaptığı gen çalışmalarıyla pek çok ilke imza atan Harvard Üniversitesi Genetik ve Kompleks hastalıklar Bölüm Başkanı Prof. Dr. Doktor Gökhan Hotamışlıgil, dergimizin ilk sayısında üzerinde çalıştığı lipokin hormonunu nasıl keşfettiklerini anlatmıştı. O günden bu yana Hotomışligil ve ekibi diyabet, şişmanlık gibi kronik hastalıklar açısından büyük önem taşıyan bu hormonun tedavi için kullanılmasına yönelik büyük yol katetti. 



 Daha önce sizin keşfettiğiniz, özellikle diyabet hastalığına çare olabilecek lipokin isimli hormonla ilgili çalışmalar ne aşamada?

Son iki senedir insan çalışmaları sürüyor. Okulumuzun organize ettiği bir popülasyon çalışması var; burada yüzbinlerce kişi 25 senedir takip ediliyor, onların kan, dna örnekleri, hastalık ve sağlıklarıyla ilgili tüm bilgilerin kaydı tutuluyor.Biz bu grupta zaman içinde diyabete yakalanan hastalarda lipokin ile diyabet arasındaki bağlantıyı  araştırıyorduk. Hipotezimize göre vücutta yüksek seviyelerde üretildiğinde bu hormonun diyabetten koruması gerekiyordu. Araştırmalarımız sonunda hipotezin doğru olduğunu gördük. Lipokin değerinin en yüksek olduğu insanlar diyabet geliştirmediğini artık biliyoruz. En düşük olanlar da en büyük riski taşıyor. Yani son araştırmalarımız gösterdi ki düşük lipokin seviyesi diyabet, şişmanlık gibi metabolizma hastalıklarında vücut ağırlığı kadar önemli bir risk faktörü.


Bundan sonraki adım ne olacak?

Şimdi bizim için tedavi grubu, lipokin seviyeleri düşük olan risk grubu. Lipokin düzeylerini
yükselttiklerinde diyabet gelişmiyor ya da çok daha ileri yaşlara erteleniyor. Bu gruptan hasta taramaları yapılacak. Mart, Nisan gibi 100 kişiyi kapsayan bir klinik çalışmaya başlayacağız. Bunun için bir fon aldık, böylece ilacın FDA (ABD İlaç ve Gıda Daiesi) tarafından onay alması için gereken süreçte faz 2 de tamamlanacak. Zaten vücudun ürettiği bir hormon olduğu için yan etkisi, güvenlik problemi de yok. Kısa sürede risk grubundakilerin ağız yoluyla alabilecekleri bir gıda olarak piyasaya sunulabilecek.


Çalışmalar bu kadar hızlı sonuç verdiğine göre önümüzdeki 10 yılda diyabet başta olmak üzere metabolizma hastalıklarına bağlı problemler de çözülebilir mi?

Ben öyle düşünüyorum. Çünkü artık çok heyecan verici şeyler oluyor. Bir çok hastalık için
rahtsızlık daha gelişmeden önce en yüksek risk gruplarını belirlemek çok önemli hale geldi.
Örneğin, TİP 1 diyabette bile yüksek risk grubundaki çocukları, hastalık henüz başlamadan
tespit edebiliyoruz. Bu çok önemli, çünkü bir çocuğa Tip 1 diyabet tanısı koyduğunuzda artık çok geç. İnsülün vermekten başka bir olanak yok. Ya da beta hücrelerini transpile etmek gerekiyor. Oysa son dönemdeki çalışmalar, artık beta hücreleri kaybolmadan önce müdahale imkanı veriyor. Böylece hastanın kendi beta hücrelerini kaybetmemesini sağlayarak, onu hastalıktan korumak mümkün. Şimdi bu risk grubunu yüzde 80-85 oranında tespit edebiliyoruz.


Bu gelişmelerde İnsan Genom Projesi ve diğer gen çalışmalarının rolü ne kadar?

Aslında astım, şişmanlık, diyabet gibi karmaşık hastalıklarda, hastalığı anlamak için sadece
sizin genomunuz yetmiyor. Çünkü bir de vücutta yaşayan milyarlarca bakteri gibi misafirler
var. Onların da genomu bizimkiyle etkileşime geçiyor. Hatta kendi genomumuzdan çok
daha büyük bir genom vücut içinde misafir olarak yaşıyor. Şimdilik insan vücudundaki
tüm genlere bakabiliyoruz. Arkasında proteinler geldi ve sonra da vücudumuzda yaşayan
mikroplar, parazitler gibi misafirlerin genleri incelendi. En son da metabolikler çözülmeye
başladı ki bu çok önemli bir aşama. Çünkü, vücudun tüm reaksiyonlarından sonra geriye
kalanları inceleme şansı elde ettik. Zaten lipokin de bu platformda keşfedildi. İşte bu satırlar üst üste konuduğunda, ekranın çözünürlülüğü artıyor. Bu çalışmalardan da hızla uygulamaya konulacak ürünler çıkabiliyor.


Ürünlerin çoğu diyabet gibi metabolik hastalıklar üzerine yoğunlaşıyor. Bu yüzyılın vebası diyabet mi?

Korkarım öyle. Tahmin ettiğimizden çok daha fazla insan diyabet hastası oldu. 10 sene önce
2010’da 175 milyon diyabet hastası olacağı öngörülüyordu, ama bu rakam 250 milyona
ulaştı. Tahmin edilenin yüzde 50 daha fazlası. 2025’te 375 milyon diyabetli olacağı tahmin
ediliyor, aynı oranda yanılıyorsak yarım milyar diyabet hastası olacak dünyada, bir de saklı
diyabetlileri, doktora erişemeyenleri düşünün. Şu anda dünyada bir numaralı sağlık problemi bu hastalık kümesi. Ama bunların yavaş yavaş çözüleceğini düşünüyorum.


On yıl önceki tahminlerde neden bu kadar yanıldı bilim dünyası?

Sebeplerin başında Asya’da hızla değişen yaşam tarzı geliyor. Sadece yemek alışkanlıkları
değil, yemeğin özü de tarım da tohumlar da ekmeğin içine giren ana maddeler de farklılaştığı için hem yaşam tarzında hem beslenmede son 20-30 yıl içinde muazzam bir değişim yaşandı. Ayrıca Asya’da genetik bir yatkınlık var. Biraz göbek çıktığınıda Batı’dan farklı olarak müthiş bir risk patlaması yaşanıyor. Batı’da aşırı şişmanların bile yüzde 30’u sağlıklı kalabiliyor. Diğer taraftan geri kalmış ülkeler biraz gelişmeye başladığında hemen ortaya çıkıyor bu hastalıklar. Önceden başta Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) olmak üzere tüm yardım kuruluşları enfeksiyon hastalıklarına odaklanıyordu. Ama fark ettik ki enfeksiyon hastalıkları biraz denetime alınmaya başladığında orada da patlıyor metabolik rahtsızlıklar. Dolayısıyla DSÖ ilk defa bu yıl bulaşıcı olmayan metabolik hastalıkları da gündemine aldı. Bönümüzdeki sonbaharda diyabet ve diğer metabolik hastalıklar da sıtma AIDS’e ek olarak ajandaya ekleniyor.


Bu bilgiler ışığında önümüzdeki on yıla damgası vuran şey ne olacak, hangi isimle anılacak bu onyıl?

Bu onyılın adı bence yaşambilimleri olacak. Hastalıklar daha oluşmadan önlemek mümkün
hale geliyor ve hızla uygulamaya geçiliyor. Bir de ilaç endüstrisinde çok değişik bir rüzgar
esiyor artık.Özellikle şişmanlık, kalp rahatsızlığı gibi uzun süreli hastalıklarla ilgili ilaçlar
için risk toleransı çok azalmış durumda. Dolayısıyla büyük ilaç şirketler, bu alnadan el
çekmeye başlası, dikkat edin son zamanlatrda bu hastalıklara karşı piyasaya giren yeni
ilaç yok. Artık denetleyici kuruluşlar, sentetik olarak geliştirilen moleküllerin yan etkileri
konusunda fazlasıyla hassas. Bu nedenle yeni bir kaynak ortaya çıkıyor, lipokin örneğinde
olduğu gibi vücudun kendi içinde var olan ürünler. Belki de 20 sonra bu alanda en avantajlı
şirketler ilaç firmaları değil, beslenme firmaları olacak. Çünkü, risk grubundaki insanlar daha hastalanmadan vücutlarındaki belli mekanizmaları aktiveetmek ya da desteklemek için destek gıda ürünlerine yönelecek.

29 Ekim 2012 Pazartesi

Olimpiyat oyunlarında dördüncülükle sekizincilik arası gelen sporculara ödül ne verilir?

(Ben de bilmiyordum, "Kim Milyoner İster?"i izlerken öğrendim....)
 İlk 8′e verilen Olimpik Diploma imiş!
Modern Olimpiyat Oyunları olarak anılan ilk organizasyon, 1896 Nisan'ında gerçekleşen Yaz Olimpiyatları idi. Bu tarihten, 1904 Yaz Olimpiyatları'na kadarki sürede birinciye gümüş madalya ve zeytin dalı, ikinciye bronz madalya ve defne dalı verilirdi. Üçüncülere ise hiç bir ödül yoktu.  Günümüzde halen geçerli olan ödül uygulaması  ise 1904 Olimpiyat Oyunları'ndan itibaren başlıyor. Yani, birincilere altın, ikincilere gümüş, üçüncülere ise bronz madalya veriliyor. Ferdi branşlarda ilk üçe giren sporcular birer madalya ve diploma kazanırken,  4. 5. 6.7.ve 8 'ler ise sadece birer diploma alıyor.